ZİYA GÖKALP, HAYATI, ŞİİRLERİ, HAKKINDA YAZILMIŞ MAKALELER.

siirparki 7 views 94 slides Oct 29, 2025
Slide 1
Slide 1 of 94
Slide 1
1
Slide 2
2
Slide 3
3
Slide 4
4
Slide 5
5
Slide 6
6
Slide 7
7
Slide 8
8
Slide 9
9
Slide 10
10
Slide 11
11
Slide 12
12
Slide 13
13
Slide 14
14
Slide 15
15
Slide 16
16
Slide 17
17
Slide 18
18
Slide 19
19
Slide 20
20
Slide 21
21
Slide 22
22
Slide 23
23
Slide 24
24
Slide 25
25
Slide 26
26
Slide 27
27
Slide 28
28
Slide 29
29
Slide 30
30
Slide 31
31
Slide 32
32
Slide 33
33
Slide 34
34
Slide 35
35
Slide 36
36
Slide 37
37
Slide 38
38
Slide 39
39
Slide 40
40
Slide 41
41
Slide 42
42
Slide 43
43
Slide 44
44
Slide 45
45
Slide 46
46
Slide 47
47
Slide 48
48
Slide 49
49
Slide 50
50
Slide 51
51
Slide 52
52
Slide 53
53
Slide 54
54
Slide 55
55
Slide 56
56
Slide 57
57
Slide 58
58
Slide 59
59
Slide 60
60
Slide 61
61
Slide 62
62
Slide 63
63
Slide 64
64
Slide 65
65
Slide 66
66
Slide 67
67
Slide 68
68
Slide 69
69
Slide 70
70
Slide 71
71
Slide 72
72
Slide 73
73
Slide 74
74
Slide 75
75
Slide 76
76
Slide 77
77
Slide 78
78
Slide 79
79
Slide 80
80
Slide 81
81
Slide 82
82
Slide 83
83
Slide 84
84
Slide 85
85
Slide 86
86
Slide 87
87
Slide 88
88
Slide 89
89
Slide 90
90
Slide 91
91
Slide 92
92
Slide 93
93
Slide 94
94

About This Presentation

Ziya Gökalp, hayatı, şiirleri, manzum öyküleri, düzyazıları, ona ithafen yazılmış şiir, sanat ve şiir anlayışı üzerine yazılmış makalelerden oluşan bir derleme.


Slide Content

İÇİNDEKİLER:
ZİYA GÖKALP KİMDİR? - 4
ŞİİRLERİ
Aile - 6
Ak destan - 7
Ali Kemal'e - 8
Altın destan - 9
Asker duası - 12
Cenk türküsü - 14
Çobanla bülbül - 14
Çocuk duaları - 15
Din - 17
Durma vur - 18
İlâhi - 19
İstid'â - 20
Kadın - 24
Kendine doğru - 24
Köy - 25
Kurt ile ayı - 26
Lisan - 27
Medeniyet - 28
Niçin? - 29
Sanat - 30
Şehit haremi - 31
Tevhid - 32
Türklük - 33
Vatan - 34
MANZUM ÖYKÜLERİ
Deli Dumrul - 35
Kızılelma - 39
2

DÜZYAZILARI
Türkçülüğün esasları - 58
Türk ailesinin yapısı - 66
ONUN İÇİN
Yeni hayat - 70
ONA DAİR
Atatürk ve Ziya Gökalp Bağlantıları - 72
Bugün de Ziya Gökalp’a muhtacız - 81
Ziya Gökalp - 87
Ziya Gökalp ve Kızılelma - 90
3

ZİYA GÖKALP KİMDİR?
"Aruz sizin olsun, hece bizimdir,
Halkın söylediği Türkçe bizimdir,
"Leyl" sizin, "şeb" sizin, "gece" bizimdir,
Değildir bir mana üç ad’a muhtaç."
23 Mart 1876 tarihinde Diyarbakır'da doğan Ziya Gökalp'in
asıl adı Mehmet Ziya'dır. Eğitimine Diyarbakır'da başlayan
şair 1896 yılında İstanbul'a giderek Baytar Mektebi'ne
kaydını yaptırdı, buradaki öğrenimi sırasında Jön
Türkler'den etkilendi. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katıldı.
Muhalif eylemleri nedeniyle 1898 yılında tutuklandı. Bir yıl
cezaevinde kaldı.
Serbest bırakıldıktan sonra 1900 yılında Diyarbakır'a
sürgüne gönderildi. 1908 yılına kadar Diyarbakır'da küçük
memuriyetler yaptı. 2. nci Meşrutiyet'ten sonra İttihat ve
Terakki'nin Diyarbakır şubesini kudu ve temsilcisi oldu.
Peyman Gazete'sini çıkardı. 1909 yılında Selanik'te
toplanan İttihat Terakki Kongresi'ne Diyarbakır delegesi
olarak katıldı. Bir yıl sonra, örgütün Selanik'teki merkez
yönetim kuruluna üye seçildi. 1910 yılında kurulmasında
öncülük yaptığı İttihat Terakki İdadisi'nde sosyoloji dersleri
verdi. Bir yandan da "Genç Kalemler" dergisini çıkardı.
1912 yılında Ergani Maden'den Meclis-i Mebusan'a seçildi,
İstanbul'a taşındı. Türk Ocağı'nın kurucuları arasında yer
aldı. Derneğin yayın organı "Türk Yurdu" başta olmak üzere
Halka Doğru, İslam Mecmuası, İktisadiyat Mecmuası,
İçtimaiyat Mecmuası, Yeni Mecmua'da yazılar yazdı. Bir
yandan da Darülfünun-u Osmani'de (İstanbul Üniversitesi)
sosyoloji dersleri verdi.
1. Dünya Savaşında Osmanlı'nın yenilmesinden sonra tüm
görevlerinden alındı. 1919 yılında İngilizler tarafından Malta
4

Adası'na sürgüne gönderildi. 2 yıllık sürgün döneminden
sonra Diyarbakır'a gitti, Küçük Mecmua'yı çıkardı. 1923
yılında Maarif Vekaleti Telif ve Tercüme Heyeti Başkanlığı'na
atandı, Ankara'ya gitti. Aynı yıl İkinci Dönem Türkiye Büyük
Millet Meclisi'ne Diyarbakır mebusu olarak girdi.
Ulusçuluk ülküsünü yaymak için yaptığı çalışmalar ve
yazdığı şiirlerle Millî Edebiyat akımının güçlenmesine büyük
katkıda bulunan Ziya Gökalp 25 Ekim 1924 tarihinde, kısa
süren bir hastalığın ardından yaşama veda etti ve İstanbul-
Divanyolu'ndaki II Mahmud Türbesi haziresine defnedildi.
BAZI ESERLERİ:
Şiir:
Şaki İbrahim Destanı (1907)
Kızıl Elma (1914)
Yeni Hayat (1918)
Öykü-Masal-Piyes
Altın Işık (1923)
İnceleme:
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak (1918)
Türk Töresi (1923)
Türkçülüğün Esasları (1923)
Doğru Yol (1923)
Tarih:
Türk Medeniyet Tarihi (1926, ölümünden sonra)
5

ŞİİRLERİ:
AiLE
Bir kadın var ki ya annem, ya kardeşim, ya kızım,
Odur bende en mukaddes duyguları yaşatan.
Bir diğeri sevgilim ki günüm, ayım, yıldızım,
Odur bana hayattaki şiirleri anlatan.
Bu mahluklar nasıl hâkir olur şerrin gözünde?
Bir yanlışlık var mutlaka müfessirin sözünde!
Ailedir bu milletin, bu devletin esası,
Kadın tamam olmadıkça eksik kalır bu hayat.
Ailenin adle uygun olmak için binası,
Nikah, talak, miras: Bu üç işte gerek müsavat
Bir kız, irste yarım erkek, izdivaçta dörtte bir
Bulundukça ne aile, ne memleket yükselir.
Diğer haklar Için milli mahkemeler açmışız,
Aileyi bırakmışız medresenin elinde.
Bllmem niçin, kadınlığa ait işten kaçmışız.
Ya onun da bir emeği yok mu bu Türk ilinde?
Yoksa o mu Iğnesinden kanlı süngü yaparak
Haklarını pençemizden ihtilalle alacak?
Yeni Hayat, S. 29, 2006
6

AK DESTAN
Dinleyin kardeşler, bu Ak destanı!
Rahman bir fiskeyle ezdi şeytanı:
Kurtardı Yunan’dan esir vatanı...
Bundan sonra artık sulh yakındır,
Sulhu yapan, bil ki ancak akındır...

Bir hafta içinde ele geçti bak:
Afyon, Eskişehir, Kütahya, Uşak...
İzmir ile Bursa oldu son konak...
Garbi Anadolu hep geçti ele
Mânen alınmıştır Edirne bile...

Bekliyordu bizi İzmir kızları,
O yeşil Bursa’nın ak yıldızları...
Bundandır ordunun çılgın hızları...
Koşunuz askerler! Çabuk varınız!
Bekleyen kızınız, yahut karınız!

Bekliyordu kumral başlı çocuklar,
Yollarda gözleri yaşlı çocuklar:
– Nereye ey samur kaşlı çocuklar?
– Askere su verir, yara sararız.
Babamız gelmiş mi diye ararız...
– Şüphesiz gelmiştir babalarınız.
Sevinsin zavallı analarınız...
Yeniden olacak şen yuvalarınız...
Millet size açtı şefkat kucağı,
Daima tütecek Türk’ün ocağı...

Üzümden taşacak yine bu bağlar,
Bağlarla dolacak yine bu dağlar...
Şimdi Türk’tür gülen, düşmanlar ağlar...
7

Kesildi yârinden yadların eli
Yine Türk’ün oldu İzmir güzeli...
Devrim Yazarlarının Kalemiyle Milli
Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal, S. 956
ALİ KEMAL'E
Ben Türküm! diyorsun, sen Türk değilsin
Ve İslamım! diyorsun, değilsin İslam
Ben, ne ırkım için senden vesika,
Ne de dinim için istedim ilâm.
Türklüğe çalıştım sırf zevkim için,
Ummadım bu işten asla mükafat
Bu yüzden bin türlü felaket çektim
Hiç bir an esefle demedim: Heyhat!
Hatta ben olsaydım: Kürd, Arap, Çerkes;
İlk gayem olurdu Türk milliyeti
Çünkü Türk kuvvetli olursa, mutlak,
Kurtarır her İslâm olan milleti!
Türk olsam olmasam ben Türk dostuyum,
Türk olsan olmasan sen Türk düşmanı
Çünkü benim gayem Türkü yaşatmak,
Seninki öldürmek her yaşatanı!
Türklük, hem mefkûrem, hem de kanımdır:
Sırtımdan alınmaz, çünkü kürk değil
Türklük hâdimine 'Türk değil! ' diyen
Soyca Türk olsa da 'piçtir!', Türk değil.
Ziya Gökalp, Hasan Tuncay, S. 56-57

8

Not: Ziya Gökalp Malta'da sürgünde iken, Ali Kemal şair hakkında
düşmanca yazılar yazar, Kuvayi Milliye hareketini destekleyen
Gökalp'i eleştirir, işi onun Türk olmadığını söylemeye kadar vardırır.
Ali Kemal'e cevap olarak yazılan bu şiir ilk olarak 20 Nisan 1921
tarihinde Kastamonu Açıksöz Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
ALTIN DESTAN

Sürüden koyunlar hep takım takım
Ayrılmış, sürüde kalmamış bakım;
Asmanın üzümü dağılmış; salkım
Olmak ister, fakat bağban nerede?
Gideyim, arayım: çoban nerede?
Yüce dağlar çökmüş, belleri kalmış,
Coşkun ırmakların selleri kalmış,
Hanlar yok meydanda, illeri kalmış,
Düşenler çok ama, kalkan nerede?
Gideyim arayım: Hakan nerede?
Türk yurdu uykuda ey düşman sakın!
Uyuyan ülkeye yapılmaz akın.
Tan yeri ağardı, yiğitler kalkın.
Bakın yurd ne halde, vatan nerede?
Gideyim arayım: yatan nerede?
Herkesin gözünde vatan öz yurdu,
Çitlerin yağısı, derenin kurdu,
Yad iller, Turan'da hanlıklar kurdu,
Turan'dan yadları koğan nerede?
Gideyim arayım: ogan nerede?
Sandım gençlik doğar, baktım Mart olmuş,
Gittim ili gezdim, genci kart olmuş,
Kimi Kırgız, Kazan, Kimi Sart olmuş,
9

Dedim yahşiler çok, yaman nerede?
Gideyim arayım, Şaman nerede?..
Tiginler köy beyi, ağalar çoban
Adsız’lar yalancı birer kahraman,
İçinde görmedim maksadı duyan
Yasanın emrine uyan nerede?
Gideyim arayım, duyan nerede?
Uygurlar uyuşuk, Türkmenler aylak,
Ne kışlak sevinçli, ne güler yaylak,
Arslanlar yurdunda barınır çaylak,
Atilla, Timuçin, Gürkan nerede?
Gideyim arayım, Türkan nerede?..
Kaşgar, Delhi, Pekin, İstanbul, Kazan,
Bu beş yerde vardı beş büyük hakan,
Sarı, Kızıl, Gökhan, Akhan, Karahan
-Hepsinin üstünde parladı İlhan-
Akhan’dan gayrisi, il… Han nerede?
Gideyim arayım, İlhan nerede?..
Kırım nerde kaldı, Kafkas ne oldu?
Kazan’dan Tibet’e kadar Rus doldu,
Hıtay’da analar saçını yoldu,
Şen yurtlar nerde, viran nerede,
Gideyim arayım, İran nerede?…
Yayların kirişi urgana dönmüş,
Şahin yuvasında doğana dönmüş,
Türk yurdu soyulmuş soğana dönmüş,
Kılıç satır olmuş, takan nerede?
Gideyim arayım kalkan nerede?…
Soy atlar küçülmüş, olmuş kurada,
Alpler kız ardında birer hovarda,
10

Sancağı unuttuk hangi diyarda,
Altun otağ, altun kazan nerede?..
Gideyim arayım, yazan nerede?..
Başları ağarmış ihtiyar dağlar,
Anar eski günü, sel döker,çağlar,
Kırlangıç ah çeker,güvercin ağlar,
Uzak bir ses sorar, Turan nerede?
Gideyim arayım, soran nerede?..
Yüce Türk Tanrısı, gönder bir yalvaç,
Sürüne baş olsun, yasama dilmaç,
Türklüğe bir yeni Turfan nuru saç,
Anlasın Türk, milli irfan nerede?
Gideyim arayım, turfan nerede?…
Ulusun içine girsin her oymak,
Beş ulus budun’da birleşsin çabucak,
Uygur, Kalaç, Karluk, Kungu, Kıpçak,
-Türk yurdu bir olsun, kalmasın kaçak-
Çıksınlar meydana, meydan nerede?
Gideyim arayım, meydan nerede?…
Kurultay toplanıp Tanrıdağı’nda,
İlhan tahta çıksın Elmadağı’nda,
Beyler solda dursun, Hanlar sağında,
-Sevmek günah değil, sevinç çağında-
Görünce toplanmış hanân nerede?
Gideyim arayım, canan nerede?…
Altundağ’a kursun İlhan otağı,
Taşları elmastır, yakut toprağı,
Han’lara kımızla sunsun ayağı,
-Taç giyme resminin kalmam uzağı-
Sorup öğrenince, Divan nerede?
Gideyim arayım, kervan nerede?..
11

Oğuz Han bayramı baharda olsun,
Otağlar, çadırlar çiçekle dolsun,
Genç kızlar oynasın, yiğitler solsun,
Bir aşık bayılmış, derman nerede?
Gideyim arayım, Lokman nerede?…
Türk destanı yazmak hatıra gelmemiş,
Yasanın sözleri satıra gelmemiş,
Tarihe deryadan katra gelmemiş,
Şairler sordular, hocan nerede?
Gideyim,sorayım, o can nerede?…
Kırklar karar verdi, yediler, üçler,
Oldular kılavuz, kalmadı göçler,
Yarın ilhan çıkar, alınır öçler,
İlhan tacı boşta, alan nerede?
Gideyim arayım, aslan nerede?…
Gündüzlerden sapan geceyi bilir,
Bilmeksizin tapan her şeyi bilir,
Bilen yapmaz, yapan pek iyi bilir,
Erenler yolu bu, varan nerede?
Gideyim arayım, yâran nerede?…
Yeni Hayat, S. 15, 2006
ASKER DUASI
Elimde tüfek, gönlümde iman,
Dileğim iki: Din ile vatan..
Ocağım ordu, büyüğüm sultan,
Sultana imdâd eyle yâ Rabbi!
Ömrünü müzdâd eyle yâ Rabbi!
12

Yolumuz gaza, sonu şehadet,
Dinimiz ister sıdk ile hizmet
Anamız vatan, babamız millet,
Vatanı ma'mur eyle yâ Rabbi!
Milleti mesrur eyle yâ Rabbi!
Sancağım tevhid, bayrağım hilal
Birisi yeşil, ötekisi al,
İslâm'a acı düşmandan öc al,
İslâm'ı âbâd eyle yâ Rabbi!
Düşmanı berbâd eyle yâ Rabbi!
Kumandan, zabit, babalarımız,
Çavuş, onbaşı, ağalarımız,
Sıra ve saygı yasalarımız,
Orduyu düzgün eyle yâ Rabbi!
Sancağı üstün eyle yâ Rabbi!
Cenk meydanında nice koçyiğit,
Din ve yurt için oldular şehid,
Ocağı tütsün, sönmesin ümit,
Şehidi mahzun etme yâ Rabbi!
Soyunu zebun etme yâ Rabbi!
Tanzimat ve Sonrası Türk Şiiri, S. 111-112
13

CENK TÜRKÜSÜ
- Türk oğullarına -
Düşman yine öz yurduna el attı,
Mezarından atan kılıç uzattı,
Yürü, diyor hakkı zulüm kanattı,
Attilâ'nın oğlusun sen, unutma!
"Medeniyet" deme, duymaz o sağır;
Taş üstünde taş kalmasın; durma kır:
Kafalarla düz yol olsun her bayır,
Attilâ'nın oğlusun sen unutma!
Koş, "Plevne" yine al bayrak taksın,
Gece gündüz Tuna suyu kan aksın,
Yaksın, kahrın bütün Balkan'ı yaksın;
Attilâ'nın oğlusun sen unutma!
Genç Kalemler, C. 4, Sayı: 27, Eylül 1912, S. 98
ÇOBANLA BÜLBÜL
Çoban kaval çaldı, sordu bülbüle:
«Sürülerim hani, ovam nerede?»
Bülbül sordu, boynu bükük bir güle:
«Şarkılarım hani, yuvam nerede?»
Ağla çoban, ağla, ovan kalmadı.
Gözyaşı dök, bülbül! Yuvan kalmadı.
Çoban dedi: «Ülkeler hep gitse de
Kopmaz benden Anadolu ülkesi.»
Bülbül dedi: «Düşman hased etse de
İstanbul’da şakıyacak Türk sesi!»
14

Çalış, çoban çalış, kurtar öz yurdu!
Şâirlerden topla, bülbül, bir ordu!
Çoban dedi: «Edirne’den tâ Van’a,
Erzurum’a kadar benim mülklerim!»
Bülbül dedi: «İzmir, Maraş, Adana,
İskenderun, Kerkük en saf Türklerim!»
Yad elinde, bülbül Türk’ü bırakma...
Sarıl çoban, sarıl, mülkü bırakma.
Çoban dedi: «Sürülerim hep kaçsa
Bir sürüm var, kaçmaz, adı Türk ili!»
Bülbül dedi: «Şarkı ölsün, yok tasa;
Türklerim yaşar, söyler halk dili!»
Yalvar çoban, yalvar! İlin kurtulsun!
Dile Hak’dan, bülbül, dilin kurtulsun.
Toker, Ekim 1976, Sayı 1, S. 33
ÇOCUK DUALARI
- I -
Her sabah erken
Uyanırım ben.
Derim gönülden
Elhamdülillah.
Bülbüller sazda,
Güller niyazda,
Derim namazda:
Elhamdülillah.
15

Şimdi gün doğar,
Der hep insanlar:
Vazifemiz var!
Elhamdülillah.
Buyurur hünkâr,
Altun anahtar,
Mektebi açar...
Elhamdülillah.
Her sabah erken
Düdük ötmeden
Sınıftayım ben
Elhamdülillah.
- ll -
Sabah oldu bak,
Hep gönlü çıplak,
Halk, sana müştak,
Ey yüce Allah!
Gazada ordu,
Çıkar Bozkurt'u,
Kurtarsın yurdu;
Ey yüce Allah!
Memleket senin,
Hilafet senin,
Bu ümmet senin,
16

Ey yüce Allah!
Ümmetini sev,
Devletini sev,
Milletini sev,
Ey yüce Allah!
Vatanı kurtar,
Hakanı kurtar,
Her canı kurtar,
Ey yüce Allah!
Anama acı,
Babama acı,
Yuvama acı,
Ey yüce Allah!
Yeni Hayat, S. 36-37, 2006
DİN
Benim dinim ne ümittir, ne korku;
Allah’ıma sevdiğimden taparım!
Ne Cennet, ne Cehennem’den bir korku
Almaksızın, vazifemi yaparım.
Vaiz!... Deme Cehennem’in ateşi
Çıkar bilmem kaç bin çeki odundan.
De ki vardır bir güzellik güneşi,
Doğmuş bizim aşkımızın od’undan...
De ki vardır Tuba adlı bir ağaç
17

Kökü gökte, gönüllerde, dalları...
Yemişinden yedi ruhum, değil aç;
Bütün sevgi, şefkat onun balları.
Vaiz!...Bana mahabbeti şerheyle
Ben aramam şeytan nedir, melek ne?...
Erenlerin esrarından söz söyle:
Seven kimdir, sevilen kim, sevmek ne?
Tanzimat ve Sonrası Türk Şiiri, S. 114
DURMA VUR
Durma, Yunan, durma, kibrini artır!
Türklüğün başına hakaret yağdır!
Uyuyan bir kavme bu zillet azdır,
Vur, eski kölesi utandır onu;
Bırakma uyusun, uyandır onu!
Bu yurdun haznesi onun elinde;
Fakat anahtarı senin belinde,
Kalmış aç ve garip kendi ilinde;
Vur, eski kölesi utandır onu;
Bırakma uyusun, uyandır onu!
Zorla onu, yeni revişe girsin
Gemi yapsın, alış verişe girsin
Fabrikalar açsın, her işe girsin
Vur, eski kölesi utandır onu;
Bırakma uyusun, uyandır onu!
Sıkıştır ki ordu, donanma yapsın
18

Garpte ne terakki görürse kapsın,
Türklüğü tanısın; Tanrı'ya tapsın,
Vur, eski kölesi utandır onu;
Bırakma uyusun, uyandır onu!
Zannetme yaptığın hoşa gitmiyor
Terakkimiz koşa koşa gitmiyor
Emin ol, emeğin boşa gitmiyor;
Vur, eski kölesi utandır onu;
Bırakma uyusun, uyandır onu!
Ahıska Dergisi, 9 Eylül 2011, Sayı:18, S.44
İLÂHİ
İlâhi! Sen yetimleri seversin,
Öksüzlere anne, bize pedersin;
Susuz ölen şehitlere kevsersin...
Sen ümitsiz bırakmazsın şehidi:
Her şehidin bir yetimde ümidi...

Bir taşına feda olup her biri
Kurtardılar Edirne’yi, İzmir’i
Ölü biziz, onlar arşta hep diri!
Onlar senin dîdârını görürler
Habib’ini, gülzârını görürler...

İlâhi! Sen mümkün ettin muhâli
Avrupa’ya alkışlattın hilâli
Başımızdan eksik etme Kemal’i.
19

Yeryüzünde şimdi odur arslanın
Umacısı İngiliz’in, Yunan’ın.

Odur silen alnımızdan lekeyi.
Kurtaracak daha nice ülkeyi,
Hind’i, Mısır’ı, Kerbelâ’yı, Mekke’yi.
Çabuk büyüt biz de yiğit olalım
Ordusunda gazi, şehit olalım.

İlâhi! Sen güldür artık İslâm’ı
Yere geçir bu medenî yamyamı
Hür yapalım her yıl büyük bayramı.
Korkmaksızın Arafat’a gidelim
Medine’ye, Utebat’a gidelim.
Harp bitince lâzım fikren yükselmek
Düşmanlara irfanca da üst gelmek.
Bu uğurda çekeceğiz çok emek.
Ya Rab, sünnet hürmetine ikrâm et
Bizi yüksek ilminle de be-kâm et.
Devrim Yazarlarının Kalemiyle Milli
Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal, S. 1020
İSTİD’Â
- Gazî Paşa Hazretleri’ne -
Bu yurd mahrûm düzenlikten, umrândan..
Köylülerin nasibi yok irfândan;
Ey kurtaran bizi zâlim Yunan’dan!
Kurtar bizi daha birçok düşmandan!
20

Medeniyet gerçi bize uzaktır;
Mefkûremiz güneş kadar parlaktır..
Bütün millet yükselmeğe müştâktır:
Kurtar bizi cehâletten, noksândan!
Harpte nasıl ün aldıysa her nefer,
Tezgâhta da san’atına versin fer..
Kazanalım her hünerde bir zafer:
Kurtar bizi iktisadî buhrândan!
Mektep, müze, dârü’l-fünûn isteriz;
Halkçılığa uyar kanûn isteriz;
Terakkimiz her ân koşsun isteriz:
Kurtar bizi beyne’l-milel hüsrândan!
Sen dâhîsin, buna çoktan inandık..
Mefkûresiz rehberlerden pek yandık..
Garp’ta Şarklı yaşayıştan usandık:
Kurtar bizi bu karanlık zindândan!
Göster şimdi ilmi, harsî hedefler:
Âlim, şâir, kumandan da hep asker..
Her şey olur: Yalnız iste, emir ver..
Kurtar bizi meskenetten, hirmândan!
Sürümüzde bir kurt çoban kalmasın,
Tepemizde gizli düşman kalmasın;
Düşmanların dostu hakan kalmasın:
Kurtar bizi bu yaldızlı yılandan!
Abdülhamîd gerçi Kızıl Sultan’dı,
Buna nisbet yine o bir insandı..
Çok ma’sûmlar Fetvâ’sına aldandı:
Kurtar bizi artık Kara Sultan’dan!
*****
21

İKİNCİ İSTİD’Â
- Gazî Paşa Hazretleri’ne -
Sen deyince, “Sulhten sonra isterim:
Herkes gibi bir fert olmak, hür olmak.
Hepimizde doğdu büyük bir vehim:
Gerçekten mi bu kıyâmet kopacak?
Yeniden mi başlayacak felâket?
Düşecek mi yine derde memleket?
Hâyır asla! Yoktur buna bir imkân:
Fert olamaz bir milletin beşîri..
Hürdür belki mefkûresiz bir insan,
Hür olamaz vazifenin esîri..
Kimse yarım bırakamaz bir işi,
Eserinin borçlusudur her kişi..
Gazî Paşa! Gerçi fazla yoruldun,
İhtimâl ki râhata da muhtâçsın..
Lâkin Türk’ün tılsımını sen buldun,
İksîr gibi bu millette ilâçsın..
Türk çocuktur yaşayamaz babasız;
Karanlıkta kulağuzsuz, lambasız..
Artık çiftlik değil bu hür memleket,
“Malikâne” yazılamaz taşında...
Kahramanlar soyu olan bu millet,
Arslanları görmek ister başında..
Tehlikeli anda ona kim medet
Eylemişse odur ancak mu’temet..
Tepesinde kahramanlar olunca,
Bu memleket dâim gitmiş ileri..
İlk sıraya harîs fertler dolunca 22

Paslı kalmış kalbindeki cevheri..
Bu milletin hâli olur pek yaman,
Kulâğuzu olmazsa bir kahraman..
Gazî Paşa! Ulu Tanrı aşkına,
Elinde bu mülkü çürük bırakma!
Acı, kurtardığın yurdun halkına,
Öksüz gibi boynu bükük bırakma!
Mektebînde onu okut, çalıştır..
Yavaş yavaş halkçılığa alıştır..
Neticeden anlaşılır isâbet:
Yoktur senin gibi Türk’ü anlayan..
Bilen, ancak yapabilir bir hidmet,
Sensin asrı bilen, mülkü anlayan..
Bu milletin sen tutmazsan elinden,
Yanlış yola gidebilir cehlinden..
Sen yalnız bir büyük insan değilsin;
Sende saklı nice mechûl kuvvetler..
Yalnız dâhi ve kahraman değilsin;
Hep sendedir bize mevhûb nusretler:
Türk feyzinin kaynağısın, taş, durma!
İçten gelen hamleleri durdurma!
Tekâmülün zembereği dehândır,
Talihimiz sende etmiş tecellî..
Bizi mev’ûd terakkiye ulaştır:
Bu da senin vazifendir besbelli..
Türk, harsını Garp’ten ödünç alamaz,
Nûrlanırken cihân, nûrsuz kalamaz..
1922 23

Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi,
Sayı: 9, Cilt: 9, 2000, Mustafa Kara
KADlN

Cemiyetin üç rüknü var: Birincisi aile!
Bu diyanet yuvasını kuran sensin, kadındır.
Medeniyet bayrağını sensin alan ilk ele,
Altın harfle yazılacak ona senin adındır.
İkincisi devlettir ki onu erkek yaratmış
Avcı iken çoban olmuş, çoban iken hükümdar.
Kuvvet haktır diye adil mahkemeler donatmış.
Hak kuvvettir diye düzmüş demir kollu ordular.
Üçüncüsü millettir ki ilk insanca ülfetten
Beri, ruhlar bu devrenin ermesine müştaktır.
Din doğmuştu aileden, hukuk ise devletten,
Milletteki son mefkûre ilme uygun ahlaktır.
Millet yalnız yapılamaz. bunu ancak dirlikte
Kadın erkek: iki vicdan birleşerek yapacak:
İlk mabetler ayrı idi, şimdi artık birlikte
İki cins bir irfanda bir Allah'a tapacak!
Yeni Hayat, S. 18, 2006
KENDİNE DOĞRU

Atanın içkisi köpüklü kımız,
Arpa suyu içme! dedi bir Kırgız,
Evinin yemişi erikle elma,
Komşunun bağından hurmayı alma.
24

Başka dile uymaz annenin sesi,
Her sözün ararsan vardır Türkçesi,
Duymadan düşünme, görme sezmeden,
Kendi duygun olsun usunu yeden.
Dile, yap! Tanrı'nın sensin bileği,
Gök-Türk'ün sendedir yüce dileği.
Demir sana tapar, şimşek baş eğer,
İsteme, sen yarat; görme, sen göster!
Ziya Gökalp, Hasan Tuncay, S. , S.95-96
KÖY
Ey Türk, senin köyün hür bir yuvadır
Çiftlik değil, yoktur beyi, ağası
Her köylünün var bir çifti, tarlası,
Öz evinde o hem bey, hem ağa'dır.
Hiç kimsenin yarıcısı, rençberi
Olmaz, ancak olur vatan askeri.
Kalmaz köyde göz eriml ruhunun.
Hakanlığın dört ucunu kuşatır.
Bir tufandan, hlmmetiyle Nuh'unun,
Çanakkale mucizesi parlatır.
Hem kaptanda, hem tayfada keramet
Olmasaydı, bulur muyduk selamet?
Ümmi değil, muallimsiz kalsa da;
İmamı yok, gene bilir dinini.
Dost ve düşman kimdir, tanır dünyada,
Doğru bulur sevgisini, kinini. 25

Ona cami, mektep, kitap yapınız.
Emin kalır hudutta her kapınız.
Lakin ey Türk, bu mesut köy bitiyor!
Mültezimin, faizcinin, tüccarın
Pençesinde! Diyor: "Beni kurtarın!"
Bu üç işi senden çabuk istiyor!
"Kaldır aşar usulünü, aç banka,
Yap her semtte bir zirai sendika."
Yeni Hayat, S. 15, 2006
KURT İLE AYI
Kurt kocaldı, kötrüm oldu,
Bunu sezen bir genç ayı
Yakaladı, kurdu yoldu,
Dedi: ·'Haydi tüysüz dayı.
Yürü; yine yiğitlik sat;
Dar et bize yeşil yurdu!"
Piçlerine dedi: "Fırsat
Kaçırmayın, boğun kurdu!"
Zavallı kurt öldü, inde
Beş yavrusu kaldı öksüz
Fakat birkaç yıl içinde
Bunlar birer yiğit, gürbüz
Kurt olarak saldırdılar,
Yeşil yurttan ayıların
Vücudunu kaldırdılar.
Çocuklarım ibret alın:
Her bugüne var bir yarın!
26

Parlâmenter Şairler, S. 133-134
LİSAN
Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil, gece bize.
İstanbul konuşması
En sâf, en ince bize.
Lisanda sayılır öz
Herkesin bildiği söz;
Manâsı anlaşılan
Lügate atmadan göz.
Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız,
Türkçeleşmiş, Türkçe’dir;
Eski köke tapmayız.
Açık sözle kalmalı,
Fikre ışık salmalı;
Müterâdif sözlerden
Türkçesini almalı.
Yeni sözler gerekse,
Bunda da uy herkese,
Halkın söz yaratmada
Yollarını benimse.
Yap yaşayan Türkçeden,
Kimseyi incitmeden.
İstanbul’un Türkçesi
Zevkini, olsun yeden.
Arapçaya meyletme,
İran’a da hiç gitme; 27

Tecvidi halktan öğren,
Fasihlerden işitme.
"Gayn"lı sözler emmeyiz,
Çocuk değil, memeyiz!
Birkaç dil yok Turan'da,
Tek dilli bir kümeyiz.
Turan’ın bir ili var
Ve yalnız bir dili var.
"Başka dil var." diyenin,
Başka bir emeli var.
Türklüğün vicdanı bir,
Dini bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisanı bir.
Yeni Hayat, S. 16-17, 2006
MEDENİYET
Avrupa bir akademi âzaları milletler;
Her biri bir nurlu deha, çünkü ayrı harsı var.
Avrupa bir darülfünun; hocaları milletler;
Her birinin ihtisası, bir örneksiz dersi var.
Bu nurlardan biri sönse medeniyet loş kalır;
Derslerinden biri durur, bir kürsüsü boş kalır.
Medeniyet, beynelmilel yazılacak bir kitap;
Her faslını bir milletin harsı teşkil edecek.
Medeniyet bir konser ki birçok çalgı, saz, rübap
Birleşmekle bir ahengi ancak tekmil edecek.
28

Bu kitabın bir mebhası eksik olsa okunmaz;
Bir âleti yoksa, ahenk gönüllere dokunmaz.
Yeni Hayat, S. 20
NİÇİN?
Bu halkın başında bir kahraman var,
Şan onundur ama millete yarar.
Haklıdır bu şandan korksa düşmanlar
Dostlardan da varmış atanlar, niçin?
Arttıkça bu dâhi Türk'ün şöhreti,
Dağılan milletin arttı vahdeti,
Sulhta da faydalı böyle kuvveti,
Yıpratmak daha harp bitmeden niçin?
Toplandı Lozan'da dostlar, düşmanlar,
Lloyd George saçıyor yine bühtanlar,
Lâzımken müttehit olmak bu anlar
Ayrılanlar varmış sürüden niçin?
Millet fedâidir kahramanına,
Kim taş atabilir onun şanına?
Dil uzatma sakın Türk aslanına!
Anlatayım sana bilmezsen niçin..
O millî dehanın tam Kemâl'idir
Türk'ün hem celâli, hem cemâlidir
Mefküre görünmez, o timsâlidir
Mefküreye çattın, söyle sen niçin?
Uyanık bulunun ey Türk gençleri!
İrtica sevemez bu hür rehberi
Susturun mantıkla, kin güdenleri
Borcumuz savaşmak ebeden, niçin? 29

Atatürk Şiirleri Antolojisi, Prof. M. Kaplan, S. 9
SANAT
Dinle, yeni şair, eski ozanı,
Okuyor yürekten Altun Destan’ı.
Deme, "Kopuz kırık, yoktur çalanı"
Çalgı gönül sesi, kopuz bir ağaç.
Kutlutaş'ı yoksa ilhâmı kutlu,
Kanı gür, içmezse kımız ne mutlu,
"Umut" bir kanatsa, daim umutlu,
Ona ozan derler, yoluna Ortaç.
Diyor ki: Siz Parnasse, biz Ortaç eri,
Bizden olan her fert görür ileri,
İğreti sanattan, milli hüneri
İstemez yabancı eserlerden baç!
Aruz sizin olsun, hece bizimdir,
Halkın söylediği Türkçe bizimdir,
"Leyl" sizin, "şeb" sizin, "gece" bizimdir,
Değildir bir mana üç ad’a muhtaç.
Irmağız, her akan sele uymayız,
Şark’tan, Garp’tan esen yele uymayız,
El uysun bize, biz ele uymayız,
Biz dilmaç değiliz, yalvacız yalvaç.
Halk bir viran kale, duvarı siyâh,
Giren de peşiman, girmeyen de ah,
Duyarız biz ona hürmet, siz ikrah,
Size dert veren şey bize bir felah!
Bu yerde biz bulduk gizli hazine;
Dağarcık omuzda girdik içine, 30

Bu inci gerdanlık, şu elmas iğne
Hep ondan çıkmıştır, gözlerini aç.
Ey şair, Parnasse’tan çık, gel Ortaç’a;
Baudelaire’i, Verlaine’i kesme haraca;
Sen kendi gücünle tırman yamaca:
Bu yükseliş, belki olur bir miraç ...
Yeni Hayat, S. 22-23, 2006
ŞEHiT HAREMi
- Beşik sallarken -
Uyu yavrum uyanacak günler var;
Yarınları gözetleyen dünler var;
Baban şehit, izlerinde ünler var;
O izlerde sen de dolaş, ninni!
Öç gününe tezce ulaş, ninni!
Uyu yavrum, yine şimşek çakıyor,
Şehit baban gelmiş, bize bakıyor,
Yarasından kızıl kanlar akıyor,
Bu yarayı, dur, bağlayım, ninni!
Sen ağlama, ben ağlayım, ninni!
Uyu yavrum, uğur değil, yas tutma,
Beybabanın öğüdünü unutma,
Şimdi uyu, yarın hasmı unutma.
Uyudukça gücün artar, ninni!
Çabuk büyü, yurdu kurtar, ninni!
Uyu yavrum, gözlerinde uyku var,
31

Sen büyürsen düşmanlara korku var,
Baban şehit, yüreğinde oku var,
Bu ok vatan kaygısıdır, ninni!
Borcun evlat saygısıdır, ninni!
Uyu yavrum, tepesinde haç yatan
Camiler var, bu mu seni ağlatan?
Dayanamaz çiğnenmeye bu vatan!
Camilere götür hilal, ninni!
Hem yurdu, hem öcünü al, ninni!
Parlâmenter Şairler, S. 132
TEVHİD
"İçtimaî tasavvufa göre"
Tanrımız bir tek ilâh,
Yok bize başka penâh,
İkiye tapmak günah,
Lâilâheillâllah!
Yurtta birkaç can olmaz,
Birden çok vicdan olmaz,
Ortaklı canan olmaz.
Lâilâheillâllah!
Gövdelerde kesret var,
Gönüllerde vahdet var,
Ferdler yok, cemiyet var.
Lâilâheillâllah!
Kalkar, ruhlar bir yerde,
Olunca, kalbden perde!
Bir göz doğar içerde! 32

Lâilâheillâllah!
Bir göz ki Yezdan odur.
Millet o, vatan odur.
Örf, icmâ, Kur'an odur!
Lâilâheillâllah!
Muhammed Resulüllah!...
Parlâmenter Şairler, S. 134
TÜRKLÜK
Garbın dinler sesini, garba sesler dinletir,
Kalbini de söyletir, kalbini de inletir;
Lâkin asla unutmaz Oğuz Han'ın evlâdı
Tûrân denen o yurdu, Tûrân denen o adı.
Ey Türklüğün düşmanı, kitâblara göz gezdir:
Fârâbiler kimlerdir, Uluğ Beğler kimlerdir?
Kimlerdendir unutma büyük İbni Sînâ'lar,
Kimlerdendir unutma, kahraman Atillâ'lar...
Türkler bu gün bir kavim, lâkin yarın bir millet,
Ona uymayanlara benden yüce bir lâ'net...

Türk hiç geriye gitmez, Türk irticâ'ı bilmez,
Lâkin büyük kalbinden "Altun devri" silinmez!
Genç Kalemler, C. 2, Sayı: 7, S. 120
33

VATAN
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânâsını namazdaki duânın.
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'ân okunur.
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ'nın.
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü yok,
Her ferdinde mefkûre bir, lisan, âdet, din birdir.
Mebusanı temiz, orda Boşo'lar'ın sözü yok,
Hududunda evlâtları seve seve can verir;
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye,
San'atına yol gösteren ilimle fen Türk'ündür;
Hirfetleri birbirini dâim eder himaye;
Tersaneler, fabrikalar, vapur, tiren Türk'ündür,
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Töre, Ekim 1976, Sayı 1, S. 4
34

MANZUM ÖYKÜLERİ:
DELİ DUMRUL
Deli Dumrul, ( 1) bir kurumuş derenin
Üzerinde köprü kurmuş, beklerdi;
Yakasından tutar gelip geçenin,
"Köprüden geç, köprü hakkı ver!" derdi.
Geçenlerden baç alırdı on akçe,
Geçmiyenden, sille, tokat, son akçe.
Bir gün, köprü yamacında yurt kuran
Bir obadan geldi matem sesleri.
Sordu : ''Ne var?", Dediler ki : "Kahraman!
Azrail'dir, aldı bizden bir eri.".
Dumrul dedi : "Bu Azrail kim ola?
Tepelerdim, bir düşseydi bu yola! ".
Yaradana hoş gelmedi bu sözler,
Buyurdu : "Ey al kanatlı Azrail!
Git, kendini o deliye bir göster,
Anlasın ki, o, seninle denk değil!".
Deli Dumrul, kırk yiğitle içerken,
35

Bir ses geldi : "Azrailim işte ben! ".
Deli Dumrul, birdenbire sarardı,
İçemeden, elden düştü bardağı;
Kalbi hora tepti, gözü karardı.
Azrail' e göstererek uzağı,
Dedi : "Bizim ilde yeşil dağlar var,
O dağlarda üzüm veren bağlar var.
O üzümden kızıl şarap yapılır,
O şaraptan içen, olur pek sarhoş ;
Lisanını tutmaz, lafa kapılır ;
Ben de içtim ; ne dedimse, hepsi boş!
Sarhoş lafı say da, bakma sözüme,
Affet beni, dehşet verme gözüme!".
Ölüm Beyi dedi : "Behey divane!
Tanrı emir verdi, beni gönderdi;
Senin canın, çıkmış, kalmış, bana ne ...
O istiyor ; çünkü sana O verdi!".
Dumrul dedi : "Madem ister Yaradan,
O, canımı alsın, sen çık aradan! ".
Dedi : "Tanrım! yücelerden yücesin!
Cahil, seni gökte arar daima ;
Alim ise, bilmez nesin, nicesin ...
Gönlümdesin, karışmışsın kanıma.
Namahremdir, vermem ona canımı,
Azraili çek, sen akıt kanımı!".
Bu sözlerden hoşlanarak Gök Tanrı,
Dedi : "Dumrul gençtir ; başka birine
Devredelim hazırlanan mezarı;
Bedel bulsun, öldür onu, yerine!".
Dumrul dedi : "Anam, babam ihtiyar; 36

Belki biri razı olur, iş uyar ... ".
Koştu önce, babasının yanına,
Dedi : "Baba, peşimdedir Azrail;
Benim için, sen kıymazsan canına,
Bugün canım alınacak, iyi bil!
Gençlik hali : Küfür çıktı ağzımdan ...
Kurtar beni sen, bu kara yazımdan! ".
Baba dedi : "Ey gözümün bebeği!
Her ne varsa malım, sana vereyim ;
Can pek tatlı, ister miyim ölmeyi...
Bırak beni, muradıma ereyim.
Sana benden daha yakın anan var,
Şefkat onun borcu, git, ona yalvar!".
Dumrul koştu anasının yanına,
Dedi : "Ana, peşimdedir Azrail;
Benim için, ısen kıymazısan canına,
Bugün canım alınacak, iyi bil!
Gençlik hali : küfür çıktı ağzımdan,
Kurtar beni sen, bu kara yazımdan!".
Ana dedi : "Ey bahçemin çiçeği!
Her ne varsa malım, sana vereyim;
Can pek tatlı ; ister miyim ölmeyi...
Bırak beni, muradıma ereyim.
Sana benden daha yakın baban var,
Cür'et borcu onun ; git, ona yalvar!".
Ölüm Beyi dedi : "Artık çaresiz ...
Bırak beni, ipliğimi öreyim.".
Dumrul dedi : "Biraz mühlet veriniz,
Hasrettim var, gidip onu göreyim
37

Genç bir karım, iki küçük oğlum var;
Cihan, şimdi, onlar için, bana dar! ".
Dumrul koştu, kansına anlattı
Olan işi; dedi : "Sakın ağlama!
Tanrı beni, ölmek için yarattı;
Ona bağlan, bana ümit bağlama!
Oğullarım, kalsın sana emanet!
Senin işin, şimdi sabır, metanet.".
Kadın, yaşlı gözlerini göklere
Çevirerek dedi : "Ulu Allahım!
Ben isterim, bedel olmak, bu ere;
Onun suçu, olsun benim günahım!
Ben öleyim, yıkılmasın obamız,
Çocuklarım desin : vardır babamız!".
Tann dedi, hoşlanarak bu sözden :
"Bağışladım seni bu mert kadına!
Bu işlerden, Dumrul! öğüt al de sen,
Bir gerçekten köprü yaptır adına,
Herkes gelsin, geçsin coşkun ırmaktan,
Baç almadan, sen de seyret uzaktan!".
(1) Dede Korkut kitabının kahramanlarından.
ZİYA GÖKALP
Altın Işık, S. 111- 116
38

KIZILELMA
Bir varmış, bir yokmuş, Tanrı’dan başka
Kimseler yok imiş, yakın zamanda
(Bakû’)da milyoner bir kız var imiş;
Türklüğü çok sever, yurda yâr imiş;
Adı (Ay Hanım) mış, hanlar soyundan;
Anası Kırgız’ın (Konrad) boyundan.
Uzun boylu, kumral, yüksek alınlı:
Şerefli bir kökün güzel bir dalı.
Babası, annesi öldüler birden,
Kendisi Paris’te tahsilde iken;
Dayandı bu kahra, şevki sönmedi;
Tuttuğu mukaddes yoldan dönmedi.
İsterdi Turan’da mektepler açmak,
Hakikat nurunu ruhlara saçmak.
Bunun-çin lazımdı bilmek en yeni
Terbiye tarzını, tedris ilmini.
Bu yolda, arzusu kadar yükseldi, 39

Nihayet Paris’ten Bakû’ya geldi.
Biri erkeklere, biri kızlara,
İki mektep yapmak için mimara
Emirler vererek işe başladı.
(İstikbal Beşiği) mektebin adı.
Bir yanda inşaat devam ederken,
(Ay Hanım) meşhur bir ilim ehlinden
İslâm’ın ruhunu dahi öğrenmek
İçin çalışırdı, Garb'e yeltenmek
Ona kâfi gibi görünmüyordu:
"Şarkı da tanımak lazım" diyordu.
Diyordu: "Halk bahçe, biz bahçıvanız;
Ağaçlar gençleşmez aşıdan yalnız;
Evvelâ ağacı budamak gerek,
Aşıyı sonradan ulamak gerek."
Bunun- cin her sabah evde kalırdı;
Sa'deddin Molla'dan dersler alırdı.
Bir akşam Ay Hanım ata binerek,
İstedi kırlarda biraz gezinmek.
Yanında tüccardan Bahadır Ağa,
Şehirden çıkınca saptılar sağa;
Ovada Cennet'ten bir eser vardı:
Bahardı, her yanda çiçekler vardı;
Esrarlı bir hüzün, dalgın bir neşat,
Gençlik, şiir, nağme, renk, koku, hayat… 40

Kevser saçar gibi bir huri eli:
Manevi bir mestlik ruhta münceli.
Vicdan fevkinde bir ruhani şuur
Duyardı muhitte bir gizli huzur…
Artık müphem değil aşkın manası;
Münkeşif hayatın loş muamması.
Bu anda Bahadır dedi ki, “Bakın
Bu gence, gözleri ne kadar dalgın!
Bakıyor görmeyen bir nazar gibi.”
Ay Hanım görünce titredi kalbi:
Kendine mün’atıf iki sabit göz
Camdan imiş gibi yok içinde öz;
Sarışın saçları uzun ve dağnık:
Mutlak ya şair, ya ressam, ya aşık.
İstiğrak halinde sanatkâr bir ruh;
Gözlerinde gaflet, kalbinde fütûh.
Ay Hanım, kısılmış gibi nefesi,
Dedi ki: “Ne kadar solgun çehresi!”
Kalbinde bir derin hicran duymuştu:
Umumi kanuna o da uymuştu.
Ertesi gün dersi mahzun dinlerken
Çıkmıyordu o genç bir an zihninden…
Bu hale hem şaşıp, hem kızıyordu;
Ruhundan bir gizli gam sızıyordu.
İsterdi yaşamak milleti için, 41

Kini vardı sevda illeti için…
Serseri bir aşka gönül bağlayan
Nasıl verebilir yurda yeni can?
Bu anda içeri giren hizmetçi
Dedi ki: “Kapıda duran bir genci
İkna etmek mümkün değil! Molla’ya
Bir şeyler soracak, ediyor rica:
Rüya görmüş, tabir istiyor sizden;
Derdine bir tedbir istiyor sizden.”
Ay Hanım anladı derhal geleni…
Eliyle tutarak çarpan kalbini,
Halini meydana vermemek için
Dedi: "Ben gideyim, buraya gelsin."
Genç geldi, oturdu Molla’ya karşı,
Dedi ki: “Her kimin bir derde başı
Uğrarsa sizsiniz çare gösteren;
İşte bu ümitle size geldim ben…
İstanbul’da doğdum, Turgut’tur adım,
Ressamım; tabiat, büyük üstadım,
Yaya seyyahlığa sevk etti beni;
Her saat başında emsalsiz, yeni
Bir güzellik görür, tebcil ederim,
Büyük Sanatkâr'ı tehlil ederim,
Dün yürüyor iken, önümdeki yol
Ayrıldı ikiye: Bir sağ, biri sol… 42

Soldaki nereye gidiyor, diye
Sordum sakalı ak bir çiftçiye.
Dedi: "Bu yol gider Kızılelma’ya…"
Lakin ben bu sözü verdim şakaya.
Yürüdüm, az sonra bu şehri seçtim;
Yaklaştım, bir yerde kendimden geçtim.
İstiğrak mı bilmem, rüya mı bilmem:
Hem yokluk, hem varlık bir garip alem
Bir de ne göreyim! Atlı bir peri,
Gökten indi Cennet yapmak-çin yeri
"Sen kimsin, bu alem neresi?" dedim.
"Bu, Kızılelma’dır, ben perisiyim."
Diyerek kayboldu; fakat hayali
Çıkmıyor ruhumdan… İşte bu hali
Size söyleyerek bir çare bulmak,
Kızılelma’ya bir emare bulmak
İçin size geldim; çünki her kime
Sordumsa dediler: “ Git o hakîme;
Sorduğum ülkeyi ancak o bilir;
Şimdi de kendisi nah bu evdedir."
Tasdi’ ettim; Fakat görünüz mazur,
Çünkü bu dert bende koymadı şuur,
Lütfedip derdime verin şifayı:
Anlatınız bana Kızılelma’yı…
Bu şehir neresi, yolu nereden? 43

Şimdiye dek var mı oraya giden?
Perisi melek mi, yoksa beşer mi?
Beni kulluğuna kabul eder mi?"
Molla dedi: “Oğlum, Türk fâtihleri
İsterdi istila etmek her yeri;
Fethe lâkin bir tek hedef tanırdı,
Orayı kendine İrem sanırdı.
Bu mev’ut ülkeye, bu tatlı yurda
Vasıl olmak için hep bu uğurda
Yüzlerce defalar Türklük kaynadı:
Hind’i, Çin’i, Mısr’ı, Rûm’u kapladı.
Bütün payitahtlara, en son Çitler'e
Gitti; fakat asla bu meçhul yere
Yaklaşmadı; çünkü o mev’ut ülke
Değildi hariçte bir mevcut ülke.
Kızılelma yok mu? Şüphesiz vardır;
Fakat onun semti başka diyardır…
Zemini mefkure, seması hayâl…
Bir gün gerçek, fakat şimdilik masal…
Türk medeniyeti taklitsiz, safi
Doğmadıkça bu yurt kalacak hafi…
Çok yerleri biz fethedebilmişiz;
Her birinde ma'nen fethedilmişiz.
Bir kişver almışız tabiiyete,
Uymuşuz ordaki medeniyete. 44

Bazen Hindli, bazen Çinli olmuşuz;
Arap, Acem, Frenk dinli olmuşuz.
Ne bir Türk hukuku, Türk felsefesi,
Ne Türkçe inleyen bir şair sesi…
Şair, hâkîm gelmiş bizden de, çokça
Kimi Farsi yazmış, kimi Arapça…
Fransızca, Rusça, Çince yazmışız,
Türkçe ancak birkaç hece yazmışız.
Bakınız mesela: Yazmış koskoca
Farabi Arapça, Karamzin Rusça;
Sina, Celaleddin, Zemahşeriler
Emeği Arap’a, Fars’a verdiler.
Buharalı Şevket, Genceli Hüsrev,
Firdevsi’ye yahut Sadi’ye peyrev…
Bugün bile birçok ediplerimiz
Frenkçe yazmayı sayarlar muciz.
Türkçe yazanlarsa lügat paralar,
Avrupa taklidi şeyler karalar.
Hakiki ruhumuz, safi dilimiz
Bağırır onlara: “Bize geliniz!
Bizdedir fikre his, hislere hayat,
Vicdanlara ilham, şaire kanat…”
Zekamızı sanki kiralamışız,
Her dilden kitaplar sıralamışız.
Türk’ün hem kılıcı, hem de kalemi 45

Yükseltmiş Arap’ı, Çin’i, Acem’i.
Her kavme bir tarih, bir yurt yaratmış,
Kendini başkası için aldatmış.
Öz işini daim yarım terketmiş:
Turfan’ı bırakmış, Orhon’a gitmiş.
Unutmuş evvelki elifbasını,
İlim ve fendeki itilâsını;
Yeniden bir yazı, bir yasa düzmüş,
Her zaman zihnini boş yere üzmüş.
Nice defa (Kanun), (Şifa) okumuş;
Dönmüş geri tekrar (Bina) okumuş…
Yok tarihimiz, var tarihlerimiz,
Bir burca girmemiş Merih'lerimiz;
Her biri parlamış bir başka gökte…
Aynı ruhu bulmuş yüzlerce gövde.
Ne tarihi vahdet, ne kavmi safvet!
Kızılelma işte buna işaret.
Millette olsa bir gizli ihtiyaç,
Milli vicdan bulur ona bir ilaç;
Türk bakmamış (İrem) yahut (Sabâ)’ya,
Demiş: “Gideceğim Kızılelma’ya.”
Maksadı gitmektir birliğe doğru,
Milli düşünceye, dirliğe doğru…
Bilir bir gün milli irfan doğacak,
Yeni Orhun, yeni Turfan doğacak. 46

İctimai bir yurt, kavmi bir tarih,
Edecek Türklüğü taklitten tenzih.
Fakat kim bilir kim yol(u) açacak,
Türklük ziyasını dehre saçacak…
Kim bilir ne vakit deha perisi,
Olacak bu yeni huldün Belkıs’ı.
Bu anda bir cezbe geldi Molla’ya
İlahi bir sesle girdi manaya:
Pirden sual ettim: “ Sevgilim hani?”
Dedi bana: “Önce kendini tanı!”
Tutmuşum elinden ben nagehanı,
Götürmüş beni bir gizli dünyaya.
Karanlık bir tufan, seyyal bir deycur!
Ne vücut, ne adem, ne gayb, ne huzur:
Nâr içinden henüz çıkmamıştı nur,
Tutulmuştu her şey kara sevdaya…
Umman coşkun akar, biz sal içinde
Bir yıldızböceği hayâl içinde
Işıldar gibiydi; bu hâl içinde
Dalmışız ikimiz aynı rüyaya.
Salımız –Şarapnel imiş cevheri-
Patladı, dağıldı hep misketleri,
Sormaksızın pirden bu acib sırrı
Dedi: Müsemmadır, geçti esmaya!”
Misketler de bir bir patlar, onlardan
Yeni şarapneller fırladı her an.
Biz bunlardan biri üstünde, hayran, 47

Girmekte idik bir yeni fezaya.
Denizden ırmaklar, ırmaktan çaylar
Doğdukça, salımız daha çok haylar,
Kaynaktan bizim-çin ayrılan paylar
Götürdü bizi başka mevaya.
Salımız balonmuş, havayı deldik,
Safralar atarak daim yükseldik,
Nihayet Adem’in gözüne geldik
Oradan hasretle baktık Havva’ya.
Durmadık biz, kimi Sina’da kaldı,
Kimi, “Erdim!” dedi, semada kaldı;
Kimi arşa çıktı, alâda kaldı…
Döndüler baktılar akan deryaya.
Salımız fişenkmiş, bizi uçurdu,
Her düşen lem'ası bir cihan kurdu;
Kimi Londra’da, Paris’te durdu,
Kimisi bağlandı yeşil hurmaya.
Züleyha Yusuf’ta buldu özünü,
Ferhat Şirin’ine dikti gözünü;
Şerh edememişken sevda sözünü
Mecnun kavuşmuşum sandı Leyla’ya!
Sevda bir kanattır, uçmayan bilmez,
Bu yolu ne atlı, ne yayan bilmez;
Bir güzel var, hüsnü hiç pâyan bilmez,
Tekâmül denilir bu nazlı aya.
Salımız gönülmüş, uçtu hülyada,
Dinlenmedik hiçbir tatlı rüyada
Son arzumuz budur fani dünyada:
“Türk’üz, varacağız Kızılelma’ya…”
48

Turgut bu sözlerden bulmadı şifâ,
Çıktı, gitti, gönlü dolu “Va hayfa!”
Diyordu “Leylasız bir Mecnun gibi
Nasıl yaşayayım söyle ya Rabbi?”
Ay Hanım duymuştu bütün sözleri,
Bu fikri zihninde sürdü ileri:
“Kızılelma yokmuş, fakat lazımmış,
Turan hayatına bu bir nâzımmış;
Her hayal bir hakikat olabilirken,
Var etmemek niçin bunu şimdiden?
Mademki Türklüğün derdine derman,
Bu imiş, ne için koşmamak heman?
Mademki ne Hind’de, ne Çin’de imiş,
Türklerin ruhunun içinde imiş;
Değilmiş Arap’ta, Acem’de, Rûm’da:
Unutulmuş kökü Karakurum’da…
İngiliz, Fransız, Rus’ta değilmiş,
Nereye düşmüşse biraz eğilmiş;
Bulalım biz onu vicdanımızda
Bir güneş yapalım Turan’ımızda.”
Düşündü… Düşündü… Kararlaştırdı;
Bir gün yurtçuları bütün çağırdı,
Dedi: “Türk irfanı, serbest bir toprak
İster ki orada eylesin işrak…
Ne Bakû, ne Kazan, ne de İstanbul 49

Bu yeni hayatı edemez kabul.
Burada hürriyet siyasi değil,
Orada lafzı var, manâsı değil.
Burada Türkçeden memnu evladın,
Orada zincirden çıkamaz kadın…
İsviçre’de bir Türk köyü, bir şehir
Yapalım; oradan yeni bir nehir,
Bir irfan ırmağı aksın Turan’a…
Irmak döner elbet bir gün ummana.
Taklitsiz salt ibda, iktiran ile
Doğmuş bir marifet Türklüğe şule,
Bütün Türklüğe aynı şuleyi,
Saçsın ki gönüller birleşsin iyi.
Hakim, şair, edip, sanatkâr, tacir
Hepsi bu beşikten yetişip bir bir.
Kimisi Kaşgar’a, kimi Altay’a,
Kimisi Kazan’a, kimi Konya’ya,
Her biri giderek bir oymağına,
Götürsün od, ışık Türk ocağına
Daniş encümeni, darülfünunlar,
Burada kök salsın, her yere bunlar
Kollar ataraktan, aynı hikmeti
Dağıtıp yükseltsin büyük milleti…
(Kızılelma) olsun bu şehrin adı,
Atalarımız hep bunu aradı… 50

Pekin’e, Delhi’ye, bunun için vardık,
Viyana burcunu bunun için sardık.
Artık tanıyalım mefkuremizi;
Düzelim yasamız ve töremizi!”
Yurtçular bu fikri edip istihsan,
Bütün ülkelere ettiler ilân.
Ay Hanım bu işe hep servetini,
Vakfetti, kimisi hamiyetini,
Kimi irfanını, kimi cehdini;
Birleşip yaptılar Turan mehdini.
(Lozan)ın yanında bir Türk beldesi
Şenlendi: Her fennin bir medresesi,
Ziraat, ticaret, sanat evleri
Yapılıp, oldu bir ümran meşheri,
Kız, erkek çocuklar gelip doydular,
Yeni Âdem, yeni Havva oldular.
Yavrucuk Türkler'e açık eşiği:
Yeni bir hayatın oldu beşiği.
Ay Hanım yaptığı dörüt-tedrisi
Bir müdür eline verip, kendisi
Bakû’dan bu yeni şehre gitmişti,
Müdürlük yükünü kabul etmişti.
Kalbindeki aşkı uyutmak için,
Turgud’u büsbütün unutmak için
Gece gündüz durmaz, ikdam ederdi; 51

Eksik arar, bulur, itmam ederdi.
Fakat yüzünden de olurdu ayan:
Gönlünde bir dert var herkesten nihan…
Turgud’a gelince, zavallı ressam
Her gece bir köyde ederek akşam
Az uz gitti, dağlar, dereler aştı;
Ülke ülke, şehir şehir dolaştı;
“Kızılelma nerde?” diye sorardı;
Ne bilen onu, ne düşünen vardı.
Kaşgar’da bir sabah gördü bir ilân:
Tepeden tırnağa titredi heman;
Çünkü "Kızılelma" sözleri, iri
Harflerle yazılmış; yanında biri
Diyordu: “Kimlerse evlatlarını
Verenler, yazsınlar ki adlarını,
Yakında kafile çıkacak yola
İlan ediyoruz ki malum ola!”
Turgut heyecanla yaklaştı, baktı;
Gözünden meserret yaşları aktı.
Lozan civarında imiş arağı:
Oraya dökülmüş Cennet toprağı…
Mutlak oradadır güzel hurisi,
Münevver Turan’ın yeni Tomris’i.
Yıllarca uyuyan ümidi güldü;
Çocuklarla birlik yola düzüldü. 52

Vaktâ ki erişti Kızılelma’ya
Müracaat lazım gelmişti Ay’a…
Müdüre bir mektup yazıp gönderdi:
Mektepte bir resim dersi isterdi.
Ay Hanım, muavin Tomris Hanım’a
Dedi: “Yarın getir onu yanıma;
Şimdilik onunla biraz sen görüş…”
Kalben dedi: “Acep çıkacak mı düş?
Beni ilk görüşte tanıyacak mı?
Bu bir boş masal mı, ya muhakkak mı?”
Kim bilir ne için bir gün intizar
Eylemek istedi, bunca ah u zar
Güya asla kâfi değilmiş gibi:
Kendi de bilmezdi, nedir sebebi.
Biraz sonra Tomris geldi hiddetle,
Dedi: “ Bu bir mecnun, hem de şiddetle,
Kızılelma’yı bir rüyada görmüş,
Beni de güya o esnada görmüş!
Kişverler dolaşmış, sormuş herkese
Bir salık vermemiş ona hiç kimse.
Daha birçok şeyler… Deli vesselam!
Gözü dalgın, aşkı coşkun bir adam.”
Ay Hanım bu sözden hemen sarardı,
Kalbini elemli bir şüphe sardı.
Acaba rüyada gördüğü bu mu? 53

Turgut sevdiğini bunda buldu mu?
Hakikat bu ise ne büyük heyhat!
Artık ona dûzah olacak hayat.
Bir resim hocası olmuştu Turgut,
Ay Hanım büsbütün sönmesin umut.
Diyerek Turgud’a görünmedi hiç.
Haftalar geçiyor, yanıyordu iç.
Turgut odasına çekilir her gün
Tomris’in resmini nakşetmek içün
Çalışırdı, bunu Ay Hanım bilir,
Her gün gönlü bir kat daha ezilir,
Gizlice ağlardı; nihayet bir gün
Denildi var imiş parlak bir düğün:
Tomris’le Ertuğrul evlenecekmiş,
Hatta bu perşembe günü gerdekmiş…
Turgut işitince, yıldırım gibi,
Bir darbeye uğrar, sarsılır kalbi.
İntihar: Bu fikir doğar içine;
Gider civardaki bir gar içine,
Elinde tabanca, beynini hedef
Etmiş, bir lâhzada olacak telef…
Ay Hanım bu hali sezip evvelce
Turgut’u gözetler imiş gizlice.
Turgut, tam tetiği çekecek iken,
Kolundan şiddetle tutarak, birden 54

Dedi: “Turgut, yapma, bu iş pek günah!”
Turgut döndü, baktı, dedi: “Sen mi ah?
Ey Tomris Sen misin?” Ay dedi "hayır,
Ben Tomris değilim, bana Ay çağır."
-O halde Tomris kim? – O başka kadın.
-Kocaya varacak o mudur yarın?
-Evet o… - Ah lakin size çok benzer.
-Hayır, ben kumralım, o ise esmer.
-Gözleri mavi mi? –Bilakis siyah.
-Demek ki ben onu görmemişim ah.
Daima ben seni onda görerek,
Bir insan kızını sanmışım melek,
Fakat acep niçin görmedim seni?
-Üç yıl evvel birgün gördünüz beni.
Rüyada mı? – Hayır; rü’yet içinde;
İstiğrak gibi bir halet içinde.
"Kızılelma’ya dek" demiş bir çiftçi;
Size müphem kalmış bu sözün içi…
Görünce beni siz, Kızılelma’da
Bir peri zannedip sonra rüyada
Görünmüş gibi; bir hayâl sandınız:
Olmuş bir vakayı masal sandınız.
Geldiniz evime; hocamdan tedbir
Sordunuz; rüyanız edildi ta'bir.
Cevaplar göründü size pek donuk; 55

Fakat bana açtı bir yeni ufuk.
Düşerek işte bu tatlı sevdaya;
Vücut verebildim Kızılelma’ya.
Bu isimledir ki gezip her izi;
Burada nihayet buldunuz bizi.
-Ah şimdi anladım bu muammayı;
Uyanık gördüğüm uzun rüyayı.
Seni kâh huzur; kâh gaybde aradım;
Becayiş ettiler gözümle yâdım.
İptida gerçeği hayâl sanmışım,
Sonra da gölgeyi cemâl sanmışım.
Dediler; rüyetin uykuda imiş…
Uykuda değilmiş; Bakû’da imiş.
Evinize gelmiş sormuşum sizi;
Denmiş bana: “Belli değildir izi.”
Siz yapmakta iken Kızılelma’yı
Koşmuş aramışım bütün dünyayı.
Nihayet bulunca yine sapmışım,
Yalvac’a, Oğanım diye tapmışım!
Tomris’in çehresi çerçeve olmuş,
Zihnimdeki hayâl içine dolmuş…
Ona ait diye yaptığım resim,
Evvelce ruhumda imiş mürtesim…
Onu derken sizi tersim etmişim!
İptida bana da geldi bir vehim. 56

Rüya ona râci olmasın diye
Bir gün gizli girdim sizin hücreye…
Yaptığınız resmi gördüm anladım;
Lâkin o güne dek hayli ağladım.
-Ah! Ne bahtiyarlık, demek muhabbet
Size de okunu vurmuş… - Ah, evet…
Ulaştı bir düğün daha yarına,
Dördü de erdiler muratlarına.
Kızılelma oldu bir güzel Cennet:
Oradan Turan’a yağdı saadet.
Ey Tanrı icabet kıl bu duaya:
Bizi de kavuştur Kızılelma’ya!…
ZİYA GÖKALP
Kızılelma'nın izinde, Necati Gültepe, S. 397-416
57

DÜZYAZILARI:
TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI
Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. O halde,
Türkçülüğün aslını anlamak için, ilk önce millet adı verilen
topluluğun neden ibaret olduğunu tesbit etmek gerekir.
Millet hakkında çeşitli görüşleri inceleyelim:
1 — Irkçı Türkçülere göre millet ırk demektir. Irk kelimesi
gerçekte zoolojiye ait bir terimdir. Her hayvan çeşidi,
anatomik nitelikleri yönünden birtakım tiplere ayrılır. Bu
tiplere ırk adı verilir. Meselâ, at’ın Arap ırkı, İngiliz ırkı,
Macar ırkı adlarını alan birtakım anatomik tipleri vardır.
İnsanlar arasında da, eskiden beri, beyaz ırk, siyah ırk, sarı
ırk, kırmızı ırk adları ile anılan dört ırk vardır. Bu sınıflan-
dırma, kaba bir sınıflandırma olmakla beraber hâlâ değerini
korumaktadır.
Antropoloji ilmi, Avrupa’daki insanları kafa yapılarının
58

biçimi ve saçları ile gözlerinin renklerini dikkate alarak üç
ırka ayırmıştır: Uzun kafalı kumral, uzun kafalı esmer, yassı
kafalı.
Bununla beraber, Avrupa’da hiç bir millet, bu tiplerden
yalnız birini içine almaz. Her milletin içinde çeşitli oranlarda
olmak üzere bu üç ırka mensup kişiler vardır. Hatta, aynı
ailenin içinde, bir kardeş uzun kafalı kumral, diğer
kardeşler uzun kafalı esmer ve yassı kafalı olabilirler.
Gerçi, bir zamanlar, bazı antropologlar bu anatomik tiplerle
sosyal davranışlar arasında bir ilgi bulunduğunu ileri
sürerlerdi. Fakat birçok bilimsel tenkitlerin ve bilhassa
bizzat antropologların arasında en yüksek bir mevkide
bulunan Manouvrier adındaki bilginin, anatomik niteliklerin
sosyal karakterler üzerinde hiç bir etkisi olmadığını ispat
etmesi bu eski iddiayı tamamen çürüttü.
Irkın bu şekilde sosyal davranışlarla hiç bir ilgisi kalma-
yınca, sosyal karakterlerin toplamı olan milliyetle de hiç bir
ilgisi kalmaması gerekir. O halde milleti başka bir alanda
aramalıdır.
2 — Kavmî Türkçüler de milleti kavim topluluğu ile
karıştırırlar. Kavim, aynı anadan babadan üremiş, içine hiç
yabancı karışmamış kandan bir topluluk demektir.
Eski toplumlar, genellikle saf ve yabancılarla karışmamış
birer kavim olduklarını ileri sürerlerdi. Oysa toplumlar, tarih
öncesi zamanlarda bile, kavmiyetçe saf değildiler. Savaş-
larda esir alma, kız kaçırma, suçluların kendi toplum-
larından kaçarak başka bir topluma girmesi, evlenmeler,
göçler, yabancıları kendine benzetme ve başka bir topluluk
içinde erime gibi olaylar daima milletleri birbirine karış-
tırmıştı.
59

Fransız bilginlerinden Camille Julian ile Meillet, en eski
zamanlarda bile saf bir kavmin bulunmadığını ileri
sürmektedirler. Tarih öncesi zamanlarda bile saf bir kavim
bulunmazsa, tarihî devirlerdeki kavmî karışmalardan sonra,
artık saf bir kavmiyet aramak saçma olmaz mı?
Bundan başka, Sosoyoloji ilmine göre, kişiler dünyaya
gelirken sosyal niteliklerden hiç birine sahip değillerdir. Yâni
sosyal duygu ve düşüncelerden hiç birini beraberlerinde
getirmezler. Meselâ dil, din, ahlâk, estetik, siyaset, hukuk
ve ekonomik alanlarına ait duygu ve düşüncelerden hiç
birini beraber getirmezler. Bunların hepsini sonradan eğitim
yoluyla toplumdan alırlar.
Demek ki, sosyal davranışlar doğum yolu ile geçmez, yalnız
eğitim yoluyla geçer. O halde, kavmiyetin millî karakter
bakımından da hiç bir etkisi yok demektir.
Kavmî saflık hiç bir toplumda bulunmamakla beraber, eski
toplumlar, kavmiyet mefkûresini izlerlerdi. Bunun sebebi
dinî idi. Çünkü o toplumlarda, ilâh, toplumun ilk atasından
ibaretti. Bu ilâh, yalnız kendi dölünden bulunanlara ilâhlık
etmek isterdi. Yabancıların kendi tapmağına girmesini,
kendisine yapılacak tapınmalara katılmasını, kendi kanun-
larına göre muhakeme olunmasını istemezdi. Bundan dolayı
toplumun içinde çeşitli çocuk edinme yollarıyle girmiş
birçok kişiler bulunmakla beraber bütün toplum yalnız
ilâhın döllerinden meydana gelmiş sayılırdı. Eski Yunan
sitelerinden, İslâmlıktan önceki Araplarda, eski Türklerde,
özetle henüz ilk devrinde bulunan bütün toplumlarda şu
yalancı kavmiyeti görürüz.
Şurası da var ki, sosyal gelişmenin o basamağında yaşayan
milletler için kavmiyet mefkûresini izlemek normal bir
hareket olduğu halde, bugün içinde bulunduğumuz
basamağa oranla sakattır. Çünkü, o basamakta bulunan
60

toplumlarda, sosyal dayanışma, yalnız dindaşlık bağından
ibaretti. Dindaşlık, kandaşlığa dayanınca, tabiidir ki, sosyal
dayanışmanın dayanağı da kandaşlık olur.
Bugünkü sosyal aşamamızda ise, sosyal dayanışma, hars-
taki birliğe dayanıyor. Harsın (kültür) nesillere aktarılma
aracı eğitim olduğu için kandaşlıkla hiç bir ilgisi yoktur.
3 — Coğrafî Türkçülere göre, millet, aynı ülkede oturan
halkın toplamı demektir. Meselâ onlara göre bir İran milleti,
bir İsviçre milleti, bir Belçika milleti, bir Britanya milleti
vardır. Oysa İran’da, Fars, Kürt ve Türk’ten ibaret olmak
üzere üç millet, İsviçre’de Alman, Fransız, İtalyan’dan
ibaret olmak üzere yine üç millet, Belçika’da aslen Fransız
olan Valonlarla, aslen Cermen olan Flâmanlar vardır. Büyük
Britanya adalarında ise, Anglo-Sakson, İskoçyalı, Galli,
İrlandalı adlarıyle anılan dört millet vardır. Bu çeşitli
töplumların dilleri ve harsları birbirinden ayrı olduğu için
hepsine birden millet adını vermek doğru değildir.
Bazan bir ülkede çok sayıda milletler olduğu gibi, bazan da
bir millet değişik ülkelere dağılmış bulunur. Meselâ, Oğuz
Türklerine bugün, Türkiye’de Azerbaycan’da, İran’da,
Harzem ülkesinde rastlarız. Bu toplulukların dilleri ve
harsları bir olduğu halde, bunları ayrı milletler saymak
doğru olabilir mi?
4 — Osmanlıcılara göre millet, Osmanlı İmparatorluğu’nda
bulunan bütün vatandaşlardır. Oysa, bir imparatorluğun
bütün nüfusunu bir tek millet saymak büyük bir hatadan
ibaretti. Çünkü, bu karışımın içinde ayrı harslara sahip
milletler vardı.
5 — İslâm Birliğini savunanlara göre, millet bütün
müslümanların toplamı demektir. Aynı dinde bulunan
61

insanların hepsine birden ümmet adı verilir. O halde
müslümanların toplamı da bir ümmettir. Yalnız dil#de ve
harsta bir olan millet topluluğu ise bundan ayrı bir şey#dir.
6 — Fertçilere göre, millet bir adamın kendisini içinde
saydığı her hangi bir toplumdur. Gerçi, kişi kendini
görünüşte şu veya bu topluma bağlı saymayı özgürlük
sanır. Oysa, kişilerde böyle bir özgürlük ve bağımsızlık
yoktur. Çünkü insanlardaki ruh, duygularla fikirlerden
ibarettir. Yeni psikoloji bilginlerine göre, esas olan duygu
hayatımızdır, düşünce hayatımız ona aşılanmıştır. Demek ki,
ruhumuzun normal bir halde bulunabilmesi için, düşün-
celerimizin, duygularımıza tamamen uygun olması gerekir.
Düşünceleri duygularına uymayan ve dayanmayan kişi ruh
bakımından hastadır. Böyle bir adam hayatta mesut
olamaz.
Meselâ duygu yönünden dindar olan bir genç, kendisini
fikren dinsiz sayarsa, ruhsal bir dengeye sahip olabilir mi?
Şüphesiz, hayır! Bunun gibi, her kişi duyguları aracılığı ile
belirli bir millete mensuptur. Bu millet, o kişinin, içinde
yaşadığı toplumun bütün duygularını eğitim yoluyla almış,
tamamiyle ona benzetmiştir. O halde bu kişi ancak bu
toplumun içinde yaşarsa mesut olabilir. Başka bir toplumun
içine giderse sıla hastalığına uğrar, hastalanır, duygu
yönünden bağlı bulunduğu toplumun içine gitmek için
hasret çeker. O halde, kişinin, istediği zaman, milletini
değiştirebilmesi kendi elinde değildir. Çünkü, milliyet de
apaçık bir gerçektir. İnsan milliyetini, cahillik yüzünden
tanıyamamışken, sonradan araştırma ve irdeleme yoluyla
bulabilir. Fakat bir partiye girer gibi, sırf iradesiyle şu veya
bu millete dahil olamaz.
O halde, millet nedir? Irka, kavmiyete, coğrafyaya, siyasete
ve iradeye ait kuvvetlere üstün gelerek, onlara hüküm
sürecek başka ne gibi bir bağımız vardır?
62

Sosyoloji ilmi ispat ediyor ki, bu bağ eğitimde, harsta, yâni
duygularda birlik olmaktır. İnsan en samimî, en derunî
duygularını ilk eğitimi sırasında alır. Daha beşikte iken,
işittiği ninnilerle ana dilinin etkisi altında kalır. Bundan
dolayıdır ki, en çok sevdiğimiz dil, ana dilimizdir. Ruhumuzu
meydana getiren bütün din, ahlâk, estetik’e ait duygu-
larımızı bu dil aracılığı ile almışız. Zaten ruhumuzun sosyal
duyguları bu din, ahlâk ve estetik’e ait duygulardan ibaret
değil midir?
Bunları çocukluğumuzda hangi toplumdan almışsak, daima
o toplumda yaşamak isteriz. Başka bir toplumun içinde
daha büyük bir refahla yaşamamız mümkün iken,
toplumumuzu içindeki farkı ona üstün tutarız. Çünkü
dostlar içindeki bu yoksulluk, yabancılar arasındaki o
refahtan çok bizi mesut eder. Zevklerimiz, vicdanımız,
özleyişlerimiz, hep içinde yaşadığımız, eğitimini aldığımız
toplumundur. Bunların yankısını ancak o toplum için
duyabiliriz.
Ondan ayrılıp da başka bir topluma girebilmemiz için büyük
bir engel vardır. Bu engel, çocukluğumuzda o toplumdan
almış olduğumuz eğitimi ruhumuzdan çıkarıp atmanın
mümkün olmamasıdır. Bu mümkün olmadığı için eski
toplum içinde kalmak zorundayız.
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki millet, ne ırka, ne kavme,
ne coğrafyaya, ne siyasete, ne de iradeye bağlı bir topluluk
değildir. Millet, dil, din, ahlâk ve güzel sanatlar bakımından
müşterek olan, yâni aynı eğitimi almış bulunan kişilerden
oluşan bir topluluktur.
Türk köylüsü onu «dili dilime uyan, dini dinime uyan»
diyerek tarif eder. Gerçekten, bir adam kanca bir olduğu
insanlardan çok, dilde ve dinde müşterek olduğu insanlarla
beraber yaşamak ister. Çünkü, insan oluşumunun özelliği,
63

bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddî üstünlüklerimiz
ırkımızdan geliyorsa, manevî üstünlüklerimiz de eğitimini
aldığımız toplumdan geliyor.
Büyük İskender «benim gerçek babam Filip değil,
Aristo’dur. Çünkü birincisi maddî yapımın, İkincisi manevî
yapımın meydana gelmesine sebep olmuştur.» diyordu.
İnsan için manevî yapı, maddî yapıdan önce gelir. Bu
itibarla milliyette şecere aranmaz. Yalnız, eğitimin ve
mefkûrenin millî olması aranır. Normal bir insan hangi
milletin eğitimini almışsa, ancak onun mefkûresine
çalışabilir. Çünkü, mefkûre bir yüksek heyecan kaynağı
olduğu içindir ki, aranır.
Oysa, eğitimiyle büyümediğimiz bir toplumun mefkuresi,
ruhumuza asla büyük bir heyecan veremez. Aksine
eğitimini almış olduğumuz toplumun mefkûresi ruhumuzu
büyük heyecanlara boğarak mesut yaşamamıza sebep olur.
Bundan dolayıdır ki, insan, eğitimi ile büyüdüğü toplumun
mefkûresi uğruna hayatını feda edebilir. Oysa, akıl yoluyla
kendisini bağlı saydığı yabancı bir toplum uğruna ufak bir
çıkarını bile feda edemez. Özetle, insan bedbaht olur. Bu
düşüncelerden varacağımız pratik sonuç şudur:
Ülkemizde vaktiyle dedeleri Arnavutluktan veya Arabis-
tan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunların Türk
eğitimiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı alış-
kanlık haline getirmiş görürsek öteki milletdaşlarımızdan
hiç ayırt etmemeliyiz. Yalnız saadet zamanında değil, kötü
gün zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin
dışında tutabiliriz? Özellikle bunların arasında milletimize
karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmet-
lerde bulunmuş olanlar varsa, nasıl olur da bu fedakâr
insanlara «Siz Türk değilsiniz» diyebiliriz.
Gerçekten atlarda şecere aramak gerekir, çünkü
64

üstünlükleri içgüdüye dayandığı ve bunlar irsî olduğu için
hayvanlarda ırkın önemi büyüktür. İnsanlarda ise, ırkın
sosyal alışkanlıklara hiç bir etkisi olmadığı için, şecere
aramak doğru değildir. Bunun aksine davranırsak,
ülkemizdeki aydınların ve fikir adamlarının birçoğunu
gözden çıkarmak gerekir. Bu hal geçerli olmadığından
«Türküm» diyen her kişiyi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe
hıyaneti görülenler varsa, onları cezalandırmaktan başka
çıkar yol yoktur.
ZİYA GÖKALP
Toker, Ekim 1976, Sayı:1, S. 23-25
65

TÜRK AİLESİNİN YAPISI
Çin Türklstanı'nda bir bilim gezisi yapan ve Türkistan ve
Tibet adlı bir kitap yazan Grenard, Türk ailesinin yapısının
ataerkil olduğunu ileri sürüyor. Bu incelemelere dayanan
Gaston Richard da Türk ailesinin Yakutlar'da ana-yanlı
(maderi) Türkistan'da ve Batı Sibirya'da ataerkil olduğunu
(perderşahi), Altay Türkleri'nde ise bu ikisinin arasında bir
yapı gösterdiğini söylüyor.
Oysa yukarıdaki sayfalarda şimdiye değin andığımız olgular
Türkler'in bütün kollarında, ana soyu ile baba soyunun
birlikte bulunduklarına ve birbirine eşit olduklarını ve hiç bir
Türk kolunda Türk ailesinin ataerkil bir biçim almadığını
göstermiştik.
Bu iki yazarın karşıt savda bulunmaları Türkler arasında
ilkin aile ateşinin kutsal tanınmasında, ikinci olarak şiddetli
yas törenleri yapılmasında, üçüncü olarak kimi düğün
geleneklerinde, dördüncü olarak kimi hukuk kurumlannda
ataerkil ailenin izlerini sezmelerindendir. Année
Sodologique'in üçüncü cildinde (s. 373) Grenard'ın kitabını
çözümleyen ve eleştiren Durkheim da Türkler'de ataerkil
aile bulunmadığını-dahası bizzat Grenard’ın saydığı olgulara
dayanarak- gösterdiği için bizim bu konudaki kanımız,
66

oldukça değerli olan bilimsel bir yetkeye de dayanmış
demektir.
Öyleyse şu aykırı görüşler bulunan sorunu bütünüyle
aydınlatan Grenard ile Gaston Richard'ın kuramlarının
yanlışlığını kanıtlamaya çalışacağız.
Türk budunun çeşitli kolları arasında birbirine benzeyen aile
tiplerinin de bulunduğuna ilişkin Gaston Richard tarafından
ortaya atılan bu örneğin doğru olmadığı anlaşılınca, artık
çeşitli kolları birbirinden ne denli uzak bulunursa bulunsun,
bir budunun yalnız bir aile tipine sahip olabileceği gerçeği
de ortaya çıkacaktır. Çünkü aile örgütü, toplumsal kurum-
ların en eskisi olmak dolayısıyle, bir budunun birbirinden
uzaklaşan kolları arasında en çok benzer kalması gereken
kurum özellikle aile olmak gerekir.
Aile Ateşi: Bir toplumda aile ateşinin tanınması, orada
ataerkil ailenin bulunduğunu göstermez. Bunu kanıtlamak
için başka budunlardan örnek getirmeye de gerek yok.
Gaston Richar'ca ana-yanlı sop (maderi semiye) döneminde
bulunduğu ileri sürülen Yakut Türkleri'nde ataerkil aile'nin
bulunmaması gerektiği halde, aile ateşine tapılmaktadır.
Seroşevskiy'nin şu satırlarını okuyalım:
"Ateşe tapmak, Yakutlar'ın en eski tapınmalarındandır ve
zaten şimdi de bütün Yakutlar tarafından bu tapınma
yapılmaktadır. Kendisini saygın tanıyan bir ev kadını günde
hiç olmazsa bir defa olmak üzere ateşe bir şey atmak
konusunda tembellik gösteremez: Pişirmekte olduğu
yemekten bir parçacık bir iplik, bir saç kılı, bir deri parçası
vb. Kır sakallı bir yaşlı olan ateş perisini çok gözetir.
67

Daima bir şeyler mırıldanır. Fakat mırıltılarını yalnız çocukla
şaman anlayabilir.
Ayakkaplarının çamurunu ateşte temizlemek, ateşe demir
silah sokmak ve özellikle ateşin içine tükürmek yasaktır.
Ateşin çeşitli türleri var:
1. Ulu Toyon'un yarattığı ateştir kl gündelik hayatta
kullanılan yararlı bir ateştir. (Buna beyaz bir aygır kurban
edilir.)
2. Kutsal ateş kl, baygınlık halinde şamanın üzerinde
parlatılır.
3. Korkunç ateş ki Yeraltındaki Yaşlı, yani şeytan tarafından
gönderilen bir yıkım aracıdır. Buna da burnu beyaz, sırtında
siyah bir çizgi bulunan kan kırmızısı bir aygır sunularak
öfkesi dağıtılır.
Ocağınızda bu ateşlerden hangisinin yanmakta olduğu asla
bilinemez. Bü nedenle ona birtakım armağanlar sunmak
ihtiyata uygundur. Asla ateş hakkında kötü söylememeli ve
tanımadık bir adama kendi ocağından ateş vermemelidir."
Görülüyor ki Yakutlar'ın kutsal tanıdıkları üç türlü ateş, aile
mabutlarının değil, birincisi Yer tanrısı'nın, ikincisi Gök
tanrısının, üçüncüsü ise yeraltının en derin katında bulunan
Cehennem şeytanı'nın ateşleridir. Demek ki Yakutlar'da
görülen ateş tapınması bir aile dininin varlığını göstermez.
Radloff'un Altay şamanizmine ilişkin yazdığı incelemeye
göre ateş bir kutsama(takdis) aracı olarak kullanılır. Fakat
bu konuda kullanılan ateş, ucu alevlendirilmiş bir ardıç
dalıdır.
Grenard, Sibirya Türkleri'nde ev kadınının her sabah
68

mutfak ateşini bir ardıç dalıyle tutuşturduktan sonra bütün
odaları bu dal aracdığıyle kutsadığını bidiriyor. Kazaklar'la
Kırgızlar'ın çadırın ocağına kurban ederken Od Ata ile Od
Ana diye seslendiklerini söylüyor.
Bu olgulardan anlaşılıyor ki Türk ailesinde, ataerkil aile'de
olduğu gibi, yalnız erkek yer tanrısına tapılmadığı, aynı
zamanda bir mabut ile bir mabudeye tapıldığı anlaşılıyor.
Bu iki mabuttan birisi erkeğin, öbürü kadının esirgeyici
perileridir, öyleyse Türkler'de ailenin temeli, ölmüş dedelere
değil, karı ile kocanın perilerine tapmaktır.
Grenard, ataerkil aileye kanıt olmak üzere Türkler'de evin
erkeğine Od Ağası denilmesini gösteriyor. Oysa evin hanı-
mına da Od Kadını derlerdi.
Yas Törenleri: Eski Türkler yas törenine yuğ(yoğ) derlerdi.
Cenazeye yuğcular ve sığıtçılar yani yasçılar ve ağlayıcılar
gelerek ağlarlar, yüzlerini yararak kanlar akıtırlar, birçok
yerlerini yaralarlardı. Fakat bütün bu eylemler, ölüye
tapmaktan çok, ölünün öfkesini gidermek içindi. Çünkü bu
öfke toplum için tehlikeliydi.
Yine bu öfkeyi gidermek için ölünün evinde kara şaman
tarafından koyu renkli bir hayvan kesilerek kurban edilirdi.
Bu tören eski yurdundan ayrılmak istemeyen ölünün
ruhunu bu yurttan çıkarmak ve böylece yurdu tehlikeli bir
ruhtan kurtarmak içindi. Görülüyor kl bu ayinlerin hiç birisi
ataerkil ailede olduğu gibi dedelere tapmak biçiminde
değildir.
ZİYA GÖKALP
Türk Uygarlığı Tarihi, S. 237-240
69

ONUN İÇİN:
YENİ HAYAT
- Ziya Gökalp'in aziz ruhuna -
Duymadan düşünmek yok dinimizde;
Biz kalb adamıyız, gönül eriyiz.
İnsanız, insanlık esastır bizde;
Ne ciniz, ne melek, ne de periyiz!
Keşkülle asâyı çölde bıraktık;
Külâhı, hırkayı çiviye taktık;
Dillerde marifet kandili yaktık;
Bu ince işlerin hünerveriyiz...
Mücerret değiliz, ailemiz var,
Başımızdan aşkın gailemiz var,
Bin kârvan tutacak kafilemiz var,
Varlık diyârının seferberiyiz.
Biz hakka âşığız, isteğimiz hak,
Doyurmaz ahirette saadet ummak,
Dileriz dünyada kurulsun "uçmak";
Bu yolun ümmetsiz peygamberiyiz!
Mâbudu göklerden gönle indirdik,
Hâlıkla mahlûku biz sevindirdik,
Gözlerde çağlayan yaşı dindirdik,
Biz zemzem değiliz, alın teriyiz.
Devrin güneşleri garptan doğmada,
Tan yerinde yanan ateş soğmada,
Şarkı karanlıklar ezip boğmada,
O meş’um gecenin biz seheriyiz!
70

Fark ettik nihayet aç ile toku,
Anladık en sonra var ile yoku,
Bırak o kitapları, gel bizi oku!
Bizler ki hilkatin son eseriyiz...
Gönlümüz kılıçtır, tenimiz kını;
Orada saklarız vatan aşkını;
Ülkeler fetheder sevgi akını;
Sanmayın bu yolda bizler geriyiz!
Okuyup okutmak işimiz bizim;
Haram lokma kesmez dişimiz bizim,
Her yerde bulunmaz eşimiz bizim,
Biz yeni hayatın erenleriyiz...
Hasan Âli Yücel
(1897 - 1961)
Hayat, c.1, nr. 1, 2 Kanun-i evvel, 1926, S. 2
71

ONA DAİR:
ATATÜRK VE ZİYA GÖKALP BAĞLANTILARI
Türk devriminin düşünsel dayanaklarını araştıranlar
çoğunlukla bir "ideolog", bir "mimar” olarak Ziya Gökalp'ın
yerini tartışmışlardır. Bu tartışmanın bazı uç noktaları ve
ileri sürülen görüşler, öncelikle Atatürk ve Ziya Gökalp
ilişkileri üzerinde durmamızı zorunlu kılmaktadır. Öyle
anlaşılıyor ki Kolağası Mustafa Kemal'in "Bingazi delegesi”
ve Mehmet Ziya'nın da Diyarbekir temsilcisi olarak
katıldıkları Selânik'teki "İttihat ve Terakki Cemiyeti Umumî
Kongresi” onları karşılaştıran ilk olaydır. 18 eylül 1909'da
başlayan genel kongreye ilişkin Tevfik Rüştü Aras'ın anıları,
bir tanışma başlangıcı sayabileceğimiz bu toplantı konusuna
aydınlık getirmektedir;
"Selânik'te toplanan kongre, olup bitenleri gözden
geçirerek yeni bir çalışma yolu çizecekti... Kongreye ben
umumî kâtip seçilmiştim. Başkanlık görevi için her toplan-
tıda yeni bir üye seçilirdi. Kongreye katılanlardan üç kişi bir
iki toplantıdan sonra herkesin dikkatini çekmişti. Biri
sonradan İstanbul temsilcisi olan Kara Kemal, ikincisi Ziya
Gökalp'ti. Fakat bütün kong renin dikkatini devamlı olarak
üstünde toplayan Mustafa Kemal'dir." (1)
72

Ölüm döşeğinde iken Mustafa Kemal Paşa'ya bir mektup
yazdırtarak "çocuklarına bakılmasını ve Türk Medeniyeti
Tarihi adlı eserinin devlet tarafından basılmasını” isteyen
Ziya Gökalp'ın (2) Malta dönüşü Diyarbakır'da yayımlamaya
başladığı Küçük Mecmua'nın (1922—1923) Atatürk'ün
ilgisini çektiği görülüyor. Atatürk tarafından Ankara'ya
çağrılan, sonra da Diyarbakır'dan milletvekili seçilen Ziya
Gökalp'ın Atatürk'le ilişkilerini E. B. Şapolyo bir yazısında
şöyle anlatmaktadır:
"Gazi Mustafa Kemal Paşa büyük zaferi müteakip, memle-
kette büyük bir inkılâp vücuda getirmek istiyordu. Bu
kıymetli zekâdan da istifadeyi düşündü... Bir gün Ziya
Gökalp'ı da Çankaya'ya çağırttı. Gazi Mustafa Kemal Paşa
ile Ziya Gökalp'ın neler görüştüğünü bilmiyoruz. Yalnız Ziya
Gökalp Çankaya'dan döndükten sonra Doğru Yol - Hâkimi-
yet-i Milliye ve Umdelerin Tasnif, Tahlil ve Tefsiri adlı bir
risale neşretti. Bu eseri Mustafa Kemal Paşa'nın kurmak
istediği (Halk Partisi) nin (dokuz umde) sinin tasnif, tahlil
ve tefsirine aitti. Bu eseri müteakip Hâkimiyet-i Milliye ve
Yeni Gün gazetelerinde de 'Fırka Nedir?' adlı, seri halinde
makaleleri çıkmaya başladı. Bu makalelerden anlaşıldığına
göre Mustafa Kemal Paşa Ziya Gökalp'a fırkalar hakkında
bir seri makale yazmasını rica etmişti. Bunun üzerine Ziya
Gökalp'da (Fırkalar içtimaiyatı) başlığı altında fırkacılığa ait
orijinal ve pek değerli olan bu makaleler serisini neşret-
mişti. " (3)
Atatürk-Ziya Gökalp ilişkisinin bir tanığı olarak Falih Rıfkı
Atay Çankaya adlı yapıtında bu ilişkinin iki yanını ortaya
koymaktadır: "Mustafa Kemal'in Türkçülük hareketini takip
etmiş olduğunu sanmıyorum. Kuvayi Milliye devrinde ve
sonrasında ise, bilhassa Türkçü fikir ve sanat adamları ile
temas etti. Ziya Gökalp'a, geç ve güç ısındığını hatırlı-
yorum. Asla siyasî ırkçı ve Turancı değildi ... Ziya Gökalp,
tanıdıktan sonra, Mustafa Kemal'e hayran kalmıştır. Çünkü
devrimci olarak, en ileri Türkçülerin bile kurtula- 73

caklarını sanmadıkları ortaçağ müesseselerini bir hamlede
yıkmış ve Türk milliyetçiliğine engin ufuklar açmıştı. " (4)
Ziya Gökalp'ın manzumelerinde ve yazılarında "millî
kahraman” "büyük bir dâhi” olarak nitelendirilen "Gazi Paşa
Hazretleri” ya da "Gazi Mustafa Kemal Paşa” konusu 1922
ve 1923 tarihlerini taşımaktadır. 1922 temmuzunda Küçük
Mecmua'da yayımlanan "Kolsuz Hanım” adlı masalın son
dizeleri (sayı 6, sayfa 19) Mustafa Kemal'i dile getirir:
Türk'ün kollarıydı: İzmir, Edirne!
Bunları kopardı şom Üvey Anne
Yeğeni Yunan'a etti armağan,
Kurtardı onu bir Millî Kahraman..
Tanrımız yüceltsin o Kahramanı,
Daim mes'ut etsin Hilâl Sultan'ı!
Ziya Gökalp'ın Küçük Mecmua'nın 20 ve 21. sayılarında
(ekim 19—22) yayımladığı ve "Gazi Paşa Hazretleri'ne”
sunduğu "İstida”larda "Kahraman kültü” yoğunluk kazanır.
Aşağıdaki dörtlük ilk dilekçedendir:
Sen dâhisin, buna çoktan inandık..
Mefkûresiz rehberlerden pek yandık
Garpta, şarklı yaşamaktan usandık
Kurtar bizi bu karanlık zindandan!
Ziya Gökalp, ikinci dilekçede Atatürk'ün barıştan sonra
"herkes gibi bir fert olmak, hür olmak” düşüncesine karşı
çıkarak,
Bu milletin hâli olur pek yaman,
Kılavuzu olmazsa bir kahraman
74

dedikten sonra yeni dilekçesinde şunları da söyleyecektir:
Sen yalnız bir büyük insan değilsin;
Sende saklı nice meçhûl kuvvetler
Yalnız dâhi ve kahraman değilsin;
Hep sendedir bize mevhup nusretler.
1917 yılında Yeni Mecmua basımında yer almadığı halde,
1923 yılında yayımladığı Altın Işık kitabına koyarken
"Arslan Basat” adlı destana eklediği dizelerde de Kurtuluş
Savaşı yıllarının izlenimleri vardır:
Dede Korkut tebrik etti Oğuzu,
Destanlar okudu, çaldı kobuzu,
Dedi: Kahramandır, Türkü yaşatan,
Türk İlinde eksik olmaz kahraman.
Bir zaman gelecek, yine Türk yurdu,
Görecek Rum adlı mel'un bir ordu.
O zaman çıkacak Ortaç Dağı'ndan
Bir Mustafa Kemal adlı kahraman;
Kurtarıp Türklüğü bu Tepegöz'den,
Kılacak vatanı bahtiyar, şad, şen.
Türkün, Basat gibi, çoktur arslanı,
Mustafa Kemal'dir baş kahramanı! (5)
Son olarak Türkçülüğün Esasları'nda da "bir dehâ hazinesi
bir dâhi” ve "münci” sıfatlarıyle nitelediği, "Türkçülüğün en
büyük adamı” saydığı Atatürk'ü, asker ve devlet adamı
yönleriyle değerlendirir:
"... Halk Fırkasının annesi olan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti,
Büyük Müncimiz olan Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerinin irşad ve rehberliğiyle bir taraftan Türkiye'yi
düşman istilâlarından kurtarırken, diğer taraftan da
devletimize, milletimize, lisanımıza hakikî adlarını verdi ve
siyasetimizi mutlakıyetin ve unsurlar siyasetinin son
75

izlerinden bile kurtardı.”(6)
Ziya Gökalp'a "geç ve güç” ısınan Atatürk'ün, onun erken
ölümü karşısında duyduğu üzüntüyü, eşine çektiği telgrafta
görmek olasıdır. (7) Ne var ki, kurucuları arasında Ziya
Gökalp'la birlikte Hamdullah Suphi'nin de bulunduğu Türk
ocaklarını (1913), "Türkiye'de İkinci Meşrutiyetten sonra
gelişen Türkçülük hareketleri sırasında kurulan milliyetçi
anlayışa bağlı kültür derneği”ni "siyasî bir kimlik alabileceği
endişesiyle” 1931 yılında kapatan da Atatürk yönetimi
olmuştur. (8) Kemalizmin dünya görüşünü halka yayma
görevi halkevlerine ve odalarına verilmiştir.
Atatürk-Ziya Gökalp ilişkilerini böylece ortaya koyduktan
sonra, Türk devriminin "İdeolog”u sorununa geçebiliriz.
Ayrıntıları bir yana bırakacak olursak, bu konudaki değişik
görüşlerden bazıları şu noktalarda toplanabilir:
- Kemalizm hareketinin tarihinin 19 mayıs 1919'dan önceye
alınamayacağl görüşünde olan Tekin Alp'a göre, " .. haddi
zatında çok takdire lâyık olan bu hareketin (Gökalp'ın
yarattığı Türkçülük hareketi) , Kemalizm'le hiç bir müna-
sebeti, bir benzerliği yoktur" (9) (1936).
- Ziya Gökalp'ın bazı görüşlerini Atatürk devrimi açısından
"eski ve aykırı” bulan Saffet Ürfi Betin, devrimin siyasal
yanı ve ulusal kurtuluş bilincini hazırlamakta Gökalp'ın
belirişini ve eserlerini devrimin "müjdecisi” saysa da
bütünüyle onu yetersiz bulur: " .. Atatürk İnkılâbı onun sis-
temini de, görüşünü de birdenbire çok arkada bırakan bir
şey oldu. Ziya Gökalp bu İnkılâp için, eski prensipleriyle,
yetmeyecekti” (10) (1951).
- Dr. Ercümend Kuran, "Gökalp'ın fikirlerinin Atatürk inkılâbı
üzerinde oldukça kuvvetli bir tesir icra ettiği” kanısındadır.
Atatürk'ün kişiliğinden ve başka etkilerden ileri gelen
76

"ayrılıklar”, biraz da zorlama ile ulaştığı görüşünü değiştir-
memiştir: "Atatürk inkılâbı adıyle tarihe geçen sosyal
değişmede Ziya Gökalp'ın tesiri pek belirlidir."(11) (Kasım
1963)
- Bir süre Türkiye'de bulunan Amerikalı bir sosyolog da
"1919'da başlayan Türk İnkılâbı” üzerinde durmuştur: "Bu
inkılâbın fikrî şerefi ise geniş bir manada Ziya Gökalp'a ve
onun rehberliği ile sosyoloji doktrinleri konusundaki
öğretim faaliyetine aittir." Profesör Carle C. Zimmerman,
her inkılâp gibi bir felsefeye sahip olmak zorunda saydığı
Türk inkılâbının, Ziya Gökalp'ın Durkheim sosyolojisinden
aldığı "sosyal organizasyon teorileri” nedeniyle "bu inkılâbın
fikrî mimarı” olduğunu ileri sürmektedir. (12) (1964)
- "Birinci Ziya Gökalp Haftası”nda Diyarbakır'da bir
konuşma ya pan Prof. Dr. Abdülkadir Karahan'ın Atatürk'e
mal ederek, "Vücudumun babası Ali Rıza Efendi, heyecan-
larımın babası Namık Kemal, fikirlerimin babası Ziya
Gökalp'tır” dediğine işaret edilmektedir. (13) Bu söze
kaynak olarak 1934'te Ödemiş'in Gölcük yaylasındaki bir
konuşmayı gösteren Karahan, Diyarbakır'da yayımlanan bir
yazısında, "Ziya Gökalp, Atatürk'ün kudretli ellerinde
gerçekleşen birçok devrimlerimizin fikir çekirdeklerini ilk
olmasa bile en kuvvetle ve bilim yolları ile açıklayan
düşünürümüzdür” demektedir." (14) (Kasım 1964)
- Prof. Dr. Bedia Akarsu ise, "Ziya Gökalp'ı Atatürk
devriminin filozofu” olarak gösterenlere karşı çıkmaktadır:
” ... Ziya Gökalp'ı Atatürk devriminin bir filozofu gibi
göstermek büsbütün yanlıştır kanımıza göre. Ziya Gökalp
medeniyet, hars ikiliği ile hatta karşısındadır Atatürk'ün."
(15) (1969)
- Kuran'ın söz konusu ettiğimiz yazısını eleştiren Hasan
77

Eren, dil anlayışları bakımından farklı durumu belirttikten
sonra, "Sayın Kuran'ın, Gökalp ile Atatürk'ün ulusal kültür
anlayışlarının 'esasta farksız' olduğunu belirtmek üzere
kurmak istediği benzerlik, sağlam bir dayanaktan yok-
sundur” yargısına varır. Haklı olarak belirttiği gibi, "Prof.
Kuran, Gökalp ile Atatürk arasındaki ortak yanlar üzerinde
duruyor. Yazı reformu gibi Gökalp'ın kolay kolay aklından
geçiremeyeceği bir konuyu ele alması, onun savını
büsbütün çürütebilirdi”. Hasan Eren'e göre, Atatürk,
"yapacağı reformların program ve kapsamını çizerken
'mefkûreci' yazar ve düşünürlerin baskısı altında
kalmayacak kadar büyük ve gerçekçi bir reformcu” idi. (16)
(1972)
- Ali Yaşar Sarıbay'ın "bir devrim ile bir ideolog arasında
'düşünsel' düzeyde bağ kurmayı amaçlayan” incelemesinde
konu enine boyuna ele alınmıştır. Pozitivizm ve millicilik
açısından konuyu irdeleyen genç araştırıcıya göre, "Ziya
Gökâlp, savunduğu düşüncelerle Türk devriminin ilkeleri
arasında büyük benzerlik gösteren en önemli düşünürdür”
(17) Bu benzerlikleri Sarıbay'ın şu öbekler altında topladığı
görülür :
"Felsefi benzerlik: Pozitivizm.
Doktriner benzerlik: Milliyetçilik.
Toplumsal nitelik içeren benzerlikler: Halkçılık, laiklik,
sınıfsız bir toplum düzeni, kadın hakları, devrimcilik.
Kültürel benzerlikler: Dilde sadeleşme, Batı uygarlığını
benimseme.
Ekonomik benzerlik: Devlet kapitalizmi.
Ali Yaşar Sarıbay'ın incelemesi şöyle sonuçlanmaktadır:
78

"Kısası Gökalp'ın düşünceleri, Türk devrimine etki edecek
denli yakındır. Ama, bu, Gökalp'ın Türk devriminin
'ideoloğu' anlamına alınmamalıdır. Bize kalırsa, Türk devri-
minin ideoloğu, Gökalp'ın da düşüncelerinden esinlenen
Mustafa Kemal Atatürk'tür.” (19) (1976)
Görüldüğü gibi, Türk devriminin bir "ideolog”u, bir "mimar”ı
olarak Ziya Gökalp'ın durumu tartışmalıdır. Bize kalırsa,
Gökalp'la Kemalizm arasında hiç bir ilişki bulunmadığını
söyleyenlerle onu Türk devriminin "fikir mimarı” sayanlar
ortak bir yanılgıda birleşmektedirler. Cumhuriyet öncesi
fikir akımları içinde, S.Ü. Betin'in de işaret ettiği gibi,
"eskimiş bile olsa sistemi olan” bir fikir adamı olarak Ziya
Gökalp'ın özel bir yeri vardır. Tarih süreci içinde konu ele
alındığında XIX. yüzyılda Türkiye'de başladığı görülen
reformcu akımlar yadsınamaz.
Ne var ki, bu akımlarla ne denli beslense de Türk devrimi
bir "devam”ı değil, bir "aşama”yı ortaya koymakta, "Türk
Aydınlanması'nı simgelemektedir. Gökalp'ın görüşleriyle
ortak olan bazı öğelere karşılık köktenci tutumu ve akılcı
davranışı Atatürk'ün önderliğindeki Türk devrimini,
temelde, kendisinden önceki bütün akımlardan ve dağınık
önerilerden ayırmaktadır. Unutmamak gerekir ki Türk
devrimi, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilen bir
Ulusal Kurtuluş Savaşının ürünüdür.
Öte yandan, Kemalizmin bir öğreti olarak dizgeleştirilmesini
Mustafa Kemal'den beklemek, Atatürk'ü Türk devriminin
ideoloğu saymak soruna çözüm getirmekten uzaktır. Daha
önce de bir yazımızda ileri sürdüğümüz gibi, Türk
devriminin düşünürünü yeni kuşaklardan araması, belki de
onun hem talihi, hem de talihsizliğidir. (20) Ne kadar aykırı
görünse de Türk devrimi, onu dizgeleştirecek bir düşünür
için yeterli malzemeyi sergilemektedir. Sonuç olarak
79

diyebiliriz ki, Türk devriminin "ideolog"unu "geçmiş”te değil
"gelecek”te aramak gerekir.
CAVİT ORHAN TÜTENGiL
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
Kasım 1976, C: XXXIV, S: 302, s. 579-584
(1) Alıntıyı yapan FR. Atay, Çankaya — Atatürk'ün Doğumundan Ölümüne
Kadar — İstanbul 1969, s. 58 /59.
(2) bkz. Hayat dergisi, "Büyük Düşünürümüz Ziya Gökalp'ın kızı Hürriyet
Gökalp Anlatıyor”, s. 43, s. 12, 23 ekim 1975.
(3) E.B. Şapolyo (toplayan), Fırka Nedir? Zonguldak 1947, s. 6
(4) F.R. Atay, a.g.e., s. 369/370.
(5) bkz. Altılı Işık, Ankara 1976, s. 186/187.
(6) Z. Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Ankara 1339 [1923 1, s. 170/171.
(7) bkz. C.O. Tütengil, Ziya Gökalp Hakkında Bir Bibliyografya Denemesi,
İstanbul 1949, s. 54
(8) bkz. Meydan-Larousse, c. XII, s. 389, İstanbul 1973.
(9) Tekin Alp, Kemalizm, İstanbul 1936, s. 28.
(10) S.Ü. Betin, Atatürk İnkilâbı ve Ziya Gökalp - Yahya Kemal - Halide Adıvar,
İstanbul 1951, s. 17.
(11) bkz. Türk Kültürü, "Atatürk ve Ziya Gökalp," s. 13, s. 9, kasım 1963.
(12) CC. Zimmerman, Yeni Sosyoloji Dersleri, İstanbul 1964, s. 1 ve 2. (çev. Â.
Kurtkan).
(13) bkz Dr. S. Yazıcıoğlu, Cumhuriyet gazetesi, "Gökalp ve Duyulmamış Bir
Eseri: Halk Klasikleri”, 23 mart 1972, s. 2.
(14) bkz. Ziya Gökalp gazetesi, "Zİya Gökalp", 2 kasım 1964.
(15) bkz. B. Akarsu, Atatürk Devrimi ve Yorumları, Ankara 1969, s. 38.
(16) bkz. Türk Dili, "Atatürk ve Ziya Gökalp”, s. 254, s. 176 ve 717.
(17) A.Y. Sarıbay, 1976 Yılı Sosyoloji Konferansları. 14 kitap, "Ziya Gökalp ve
Türk Devrimi", İstanbul 1976, s. 89.
(18) A.Y. Sarıbay, a.g.y., s. 112.
(19) Aynı yazı, s. 117.
(20) bkz. C.O. Tütengil, Atatürk'ü Anlamak ve Tamamlamak, İstanbul 1975, s.
154.
80

BUGÜN DE ZİYA GÖKALP'A MUHTACIZ
Ölümünün 26 ncı yıldönümünde:
Kimi «Cihangirane bir devlet çıkarttık bir aşiretten» diye
sadece Osmanlılığı sayıklıyordu. Kimi, elde bir deste gül,
yalnız Müslümanlığı ve ümmetçiliği tutturmuş gidiyordu.
Coşkun vatanperver geçinip de «Buharalının hırkasından
başka Türkün nesi kalmış ki!» diyenler bile vardı. Arada bir,
iyi saatte olsunların bir lütfü ve ilhamı halinde, Türklüğü
türkçeciliği ele alıp yüze çıkaran olmuyor değildi. Fakat ne
ilimle, ne ısrarla.. Akordu bozan çiy sesler gibi gelip geçici;
susturulmaya veya sinmeye mahkûm...
Tanzimattan sonra, Avrupaya harıl harıl talebe
gönderiyorduk. Bunlardan çoğu, dönüşlerinde ya sadece
ağzı açık garp hayranlığını, ya da garbı acele meşkedip
üstüne cila çekmiş eski Osmanlılıklarını getiriyorlardı.
İstanbula asıl garbi o Avrupa yolcuları değil, Diyarbakır'dan
kalkıp gelen Ziya Bey getirdi. Yalnız garbi mi ya;
Türkçülüğün ilmini, metodunu ve şuurunu da. Felâketlerin
millet ölçüsünde birbirini kovaladığı o Balkan Harbi, Umumî
Harp ve mütareke yıllarında, Ziya Gökalpın yolunu şaşırmış
gönüllere tuttuğu ışığı, soğumuş ruhlara bahşettiği harareti
o zamanki nesilden minnetle hatırlamıyan var mıdır? O
devirleri içli gençliğinin ruh sıtmaları içinde nöbet nöbet
81

yaşayıp san’atına da aksettiren Yakup Kadri şöyle söyler:
«Vatan viranesinin yıkıntıları arasında sendeliyerek, düşe
kalka yürürken içimizde ilk defa belli bir hedefe ilerliyen
insanların metanetini duymaya başlamıştık. Hattâ, ara sıra
çatısı altına sığındığımız bir mâbed bile kurmuştuk: Türk
Ocağı. Lâkin bu mâbet, bomboştu. Ne Tanrısı vardı, ne
kitabı. Fakat içerisinde bir adam, Buda heykelini andıran bir
acayip adam bize, muttasıl gelecek olan bir kurtarıcıdan ve
bir kurtuluş gününden bahseder dururdu. Bu adam, şekilce
de ruhca da o güne kadar tanıdığımız fikir üstatlarından hiç
birine benzemiyordu. Daima kendi üzerine yığılı duran
tıknaz vücuduna belli bîr yaş vermek mümkün değildi.
Çenesinin iki yanından aşağıya sarkan bakımsız bıyıkları ve
hep arkaya itili külah biçimindeki fesiyle onu pekâlâ
Tanzimattan evvelki Türkler sırasına sokmak kabildi.
Hareketlerindeki ağırlık, nutkundaki tutukluk, gülümseme
nedir hiç bilmiyen dudakları da, onu ayrıca eski devirlerin
erleri sınıfına lâyık gösteriyordu. Sakın bu Hacı Bektaş
ocağının törelerini alttan alta gütmekte olan tebdili kıyafet
bir Yeniçeri olmasın? Hayır, o, daha ziyade Horasan
illerinden gelmiş bir gizli tarikat mürşidine benziyordu.
Memlekette işgal ettiği siyasî mevkiin (Ziya Bey o zaman
iktidar partisinin umumî merkez azası idi) şevketine,
azametine rağmen hususî hayatı bir târik-i dünyanın maişet
tarzından farksızdır. Bütün gösterilerden çekiniyordu.
Mâsuva nedir, bilmiyordu. Ve yaşama pratiğinde ise bir
masum çocuk kadar acemi idi.»
İşte mürşit Ziya'nın, san’atkâr bir hâfızaya vurmuş hayali.
O, böyle dağınık ve çekingen görünmüş amma, bir kere
konuşmaya başladı mı yavaş yavaş ısınan bir makine gibi
siz farkında olmadan ruhunuzu havasına alır, rüyalar ve
umutlar dünyasına götürürmüş. Bu gün sevmiye ve
inanmaya, aramaya ve bağlanmaya, su gibi, ekmek gibi
muhtaç genç ruhlara ah böyle bir mürşit.
82

Mütarekenin karanlık yıllarını bir düşünün. Herkes değil
kendi kazancından ve hayatından, milletin varlığından bile
umudunu kesmiş, köşesine sinmiş, korka korka âkibeti
bekliyor. Bir ses, durgun karanlığın içinde bir beyaz fıskiye
gibi yükselip ruhların omuzlarından dökülerek kirleri yıkıyor,
uyuşuklukları gideriyor. Artık düşünür müsünüz ki; Bu su
acaba kireçli mi, bulanık mı, san’atın imbiğinden geçmiş
mi, geçmemiş mi? Bu ses makamı düzgün ve ya bozuk, ne
zarar, zifiri karanlıkta altın destanı söylüyor:
Yüce dağlar çökmüş, belleri kalmış,
Coşkun ırmakların selleri kalmış,
Hanlar yok meydanda, elleri kalmış,
Düşenler çok amma, kalkan nerede?
Arayım: Sürüye çoban nerede?
Türk yurdu uykuda, ey düşman sakın,
Uyuyan ülkeye yapılmaz akın.
Tan yeri ağardı yiğitler kalkın,
Bakın yurt ne halde, Vatan nerede?
Gideyim, arayım yatan nerede?
Sandım gençlik doğar, baktım Mart olmuş,
Gittim ili gezdim genci kart olmuş,
Kimi Kırgız, Kazak, kimi Sart olmuş,
Dedim yahşiler çok, yaman nerede?
Gideyim arayım Şaman nerede?
Tekinler köy beyi, ağalar çoban,
Atsızlar yalancı birer kahraman,
İçinde görmedim maksadı duyan,
Yasanın emrine uyan nerede?
Gideyim, arayım duyan nerede?
Yayların kirişi urgana dönmüş,
Şahin yuvasında Doğan’a dönmüş,
83

Türk yurdu soyulmuş, soğana dönmüş,
Kılıç satır olmuş takan nerede?
Gideyim, arayım kalkan nerede?
Soyadlar küçülmüş olmuş kurada,
Alplar kız ardında birer hovarda,
Sancağı unuttuk hangi diyarda,
Altın otağ, altın kazan nerede?
Gideyim arayım yârân nerede?
Kursun Altındağ'a İlhan otağı,
Taşları elmastır, yakut toprağı,
Hanlara kımızla sunsun ayağı,
Taç giyme resminin kalmam uzağı,
Sorup öğrenince divan nerede?
Gideyim, arayım kervan nerede?
Ziya Gökalp’in nerededir diye sorduğu kervanı biz, Anadolu
içlerinde halk duygusunda ve san’atında izlemeye çalışı-
yoruz. Kervan orada, devran orada, imkân orada.. Bu, altın
destanın o zamanki aranıp kıvranan, geveleyip kekeleyen
gençler üzerinde nasıl feyizli bir tesiri olduğunu kestire-
biliriz. Her devirde böyle İlâhî bir nefha ile ruhları doğrultup
diriltecek bir şaire ihtiyaç duyulur. Ziya Gökalp’ta bu nefes
vardı amma, o sade şair kalmaya ve yetişmeye vakit
ayıramıyordu. Ziya Gökalp, bütün makaleleri, manzumeleri,
tenkitleri ve konuşmalariyle anlatmak istemiştir ki, Türk
dilini ve duygusunu tam veremeyen bir san’at eseri
toprağını bulamamış ağaç gibi askıda kalmaya, zamanla
kuruyup gitmeye mahkûmdur. Fikirlerini kolay hatırda kalan
vecizeler haline sokmak gayretiyle çoğu zaman manzum
ifade eden üstad, der ki:
Dinle yeni şair eski ozanı,
Okuyor yürekten altın destanı,
Deme kopuz kırık yoktur çalanı
84

Çalgı gönül sesi, kopuz bir ağaç
Halk bir viran kale, duvarı siyah,
Giren pişman olur, girmiyense, ah...
Duyarız biz ona hürmet, siz ikrah,
Size gam veren şey bize bir ilâç
Ey şair, Parnas’tan çık gel Ortaç’a,
Bodler'i, Verlen’i kesme haraca,
Sen kendi gücünle tırman yamaca,
Bu yükseliş belki olur bir miyraç!
Ziya Gökalpin istediği gibi, hakkiyle işlenmemiş Türk
masallarını, Türk destanlarını ele alan, halk dertlerini ve
dileklerini san’at kaygusuyla dile getiren yeni şairlere selâm
olsun. İlim üstadlığı, fikir rehberliği endişeleriyle gündelik
siyaset kaygılarından ötede coşkun ruhunun
derinliklerinden seslendiği zaman Ziya Bey, Yunus Emre’nin
yanısıra yürüyen bir âşıktan farksız, olurdu.
Bir okum ki yoktur yayım,
Ben yerdeyim, gökte ay’ım,
Kanat ver ki fırlayayım,
Kanat sensin Yüce Tanrı.
Hem gönlüme göz vermişsin,
Hem didâra söz vermişsin,
Hayat ta ver öz vermişsin,
Hayat sensin Yüce Tanrı.
Benim gönlüm kış günü aç,
Kalan bülbül gibi muhtaç,
Ruhum hasta, sensin ilâç,
Beni dertten kurtar Tanrım.
Ben görmedim sensin bakan,
Nur olup ta kalbe akan,
85

Yanıyorsam sensin yakan,
Yakan bir gün yanar Tanrım.
Bize Dede Korkut masallarının kapısını aralıklayan, iki kıt’a
arasına sıkışıp kalmış, irfanımızdan, hattâ varlığımızdan
şüpheye düştüğümüz günlerde, bizi en hârikalı, en yaratıcı
olduğumuz, büyük geçmişin kıyısına götüren bu vecitli
adamı, yılda bir olsun en sıcak minnet ve muhabbetle anıp
bağrımıza basmak, başımızda eksikliğini duyup yanmak,
boynumuzun borcudur. Eğer onun çok uzak, Yahya Kemal'in
daha yakın haşmet ve medeniyet günlerinden haber veren
müşterek konuşmaları olmasaydı, mütarekede, kaç alıngan
ve bunalmış genç, Ziya Gökalp'in ilk gençliğinde yaptığını
yapar, alnına tabancayı dayayıp kurşunu sıkardı...
BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR
Taha Toros Arşivi, 001582133010
86

ZİYA GÖKALP
Çocuk masalları içinde Alageyik hâlâ eşsizdir:
Çocuktum, ufacıktım,
Top oynadım, acıktım,
Yerde buldum bir erik,
Kaptı bir Alageyik!
Biliyor musunuz, bu çocuk şiirini yazarken hâlâ içim beni
çocuklaştıran bir hazla doluyor!
Benim gönlüm kış günü aç
Kalan bülbül gibi muhtaç,
Ruhum hasta, sensin ilâç,
Beni dertten kurtar Tanrım!
Nasıl? Vezninden, kafiyesinden ve mânalı olmasından başka
kusuru yok değil mi?
Nuruosmaniye’deki îttihat ve Terakki merkezinin Encümen
87

odasında her gün toplanırdık: Ömer Seyfettin, Ali Canip,
Orhan Seyfi, Enis Behiç, Fuat Köprülü en çok, en sık
gelenlerdendi. Haaa, bir de şair İdris Sabih... Tanımadınız
değil mi?... Bayram sabahı Çanakkale’de şehit düşen
kardeşi için:
Kaşından daha çok bıyığın yokken,
Döğüştün yeleli arslanlar gibi!
................................................
El fıtra verdi, sen canını verdin,
Ne acı bir Şeker Bayramı yaptık!
mısralariyle ağlayan şair...
Gökalp, bu odada her gün yeni bir konuya ışık tutardı:
— Cami, adından da belli, cem olunan yer, içtima mahalli.
Orada, müslüman Türkler hayır işlerini, sosyal dâvalarını
konuşacaklar... Camide, sıralar ve sandalyeler olacak...
Kadın, erkek, oturup büyük mürşitlerin nasihatlerini dinli-
yecek, aydınlanacak! Mescit, yine adından belli: Secde
edilen yer. Orada müslümanlar namazlarını kılarlar, Tanrı’ya
dualarını yükseltirler...
Bu konuşmalar her gün değişirdi: Türk edebiyatı, Türk
tarihi, Türk mimarlığı, Türk mitolojisi onun dile getirdiği
başlıca bahislerdi.
Diyarbakırlı Ziya Gökalp, şarklı kılığı içinde garplı ilim
kafasını taşıyan tek adamımızdır.
Konuştuğu konu üstünde, sözü dağıtmadan, dikkatini,
bilgisini onun kadar toplayan insan görmedim. İnandığını
cezbe içinde savunurdu. Bir gün, Büyükada’da Türkleşmek,
İslâmlaşmak, Avrupalılaşmak üstüne fikirlerini anlatırken,
masa üstündeki fesi yere düşmüş,
88

— Ziya bey, demişler, fesiniz yere düştü... Göz ucuyla bile
bakmadan:
— Giderken alırım! diye yine sözüne devam etmiş...
Onu, Mütareke'de tevkif edeceklerdi. Dostları «kaç» dediler.
Güldü ve sustu. Ertesi sabah «Bekirağa Bölüğü» ne
hapsettiler. Haftada iki gün ziyaretine giderdim. Demir
karyolasının bir ucuna o otururdu, bir ucuna ben... Bu ölüm
hücresinde, yatak odasındaymış kadar rahat yine eski
sohbetlerine devam ederdi.
— Bizim, derdi, iki benliğimiz, vardır: Biri şeytan
benliğimiz, biri melek. Zindanda olan şeytan benliğimizdir.
Melek benliğimiz, hür duygular, hür düşünceler halinde
dolaşıyor!
Asılmaktan kurtulup da Malta’ya sürüldüğü gün, ne cebinde
on parası vardı, ne evinde... Dostu Cafer Dikmen,
rıhtımdan kalkmak üzere çarkları işleyen gemiye, nefes
nefese bir kaç yüz lira yetiştirebilmişti ancak.
Bu on parasız adamın, on dakikada milyoner olacak güçte
bir politikacı olduğuna bugün inanabilir misiniz?
YUSUF ZİYA ORTAÇ
Portreler, S. 110-111
89

ZİYA GÖKALP VE KIZILELMA
(.....)
Milli Edebiyat Cereyanı'nın ve Türkçülük düşüncesinin önde
gelen isimlerinden olan Ziya Gökalp (1874-1924), edebi-
yatımızda güçlü bir şair olarak kabul görmemişse de, Türk
düşünce hayatında kayda değer bir yeri olmuş ve Türkiye
Cumhuriyeti'nin kuruluşunda düşüncelerinin tesiri büyük
olmuştur. İncelememize konu olan "Kızılelma" manzumesi,
Türk Yurdu'nun 5 Şubat 1913 tarihli nüshasında yayım-
lanmış ve şairin 1914 yılında çıkan ilk şiir kitabına da adını
vermiştir. (Tansel 1972, XIII)
Manzum bir hikâye olan "Kızılelma", Bakû'lü, güngörmüş,
varlıklı bir ailenin Paris'te okuyan kızları Ay Hanım'ın
hayatından bir kesit sunmaktadır. Anne ve babasının ani
ölümleri üzerine Paris'ten dönen Ay Hanım, memleketinde
"İstiklal Beşiği" adını verdiği erkeklere ve kızlara ayrı olmak
üzere iki okul açar. Ay Hanım, bu çalışmalarını sürdürürken,
Ressam Turgut'u görür ve ona âşık olur. Ressam Turgut, Ay
90

Hanım'ın hocasına "Kızılelma"nın neresi olduğunu sormaya
gelmiştir. Ay Hanım'ın hocası Sadettin Molla, Turgut'un
sorusunu cevaplarken, Ay Hanım da gizlice anlatılanları
dinlemektedir. Sadettin Molla, "Kızılelma"yı anlatmaya
başladığında, Ziya Gökalp'ın gerek bu kavram ya da sembol
hakkındaki düşüncelerini, gerekse tarihimize,
medeniyetimize bakışını öğreniriz:
“…Oğlum, Türk fatihleri, / İsterdi istila etmek her yeri; /
Fethe lakin bir tek hedef tanırdı, / Orayı kendine İrem
sanırdı. / Bu mev'ud ülkeye, bu tatlı yurda / Vasıl olmak
için hep bu uğurda / Yüzlerce defalar Türklük kaynadı: /
Hind'i, Çin'i, Mısr'ı, Rum'u kapladı. / Bütün paytahtlara, en
son Çinler'e / Gitti; fakat asla bu meçhul yere /
Yaklaşmadı; çünkü o mev'ud ülke / değildi hariçte bir
mevcud ülke. / ”Kızılelma” yok mu? Şüphesiz vardır; /
Fakat onun semti başka diyardır… / Zemini mefkure, seması
hayal… / Bir gün gerçek fakat şimdilik masal… / Türk
medeniyeti taklitsiz, sâfî / Doğmadıkça bu yurt kalacak
hafî…” (Tansel 1972, 11)
Bu mısralardan hareketle söyleyebiliriz ki, Gökalp'ın
"Kızılelma"sı, yeryüzünde bulunmayan bir hayali ülkedir. Bir
ufuk gibi, kendisine yaklaştıkça sizden uzaklaşır. Endülüslü
Ebu Hayyam'ın “El-kasd-ül Mütebaid” tanımı, tam da bu
ufuk benzetmesine denk düşmektedir. (Danişmend 1983,
160)
Gökalp, atalarımızın çok yerler fethettiğini fakat bu yerlerin
sahiplerince de atalarımızın fethedildiğini söyleyerek,
tarihimize bir eleştiri yöneltmektedir. Adeta girdiği kabın
şeklini alan Türkler, bu sebeple ne bir Türk felsefesi, ne de
bir Türk hukuku geliştirebilmişlerdir. Bazen Arap, bazen
Acem, Bazen de Frenk dinli olmayı seçmiş olan Türkler,
kimi zaman Arapça Farsça yazmış, kimi zaman Frenkçe
yazmıştır.
91

Kısacası, bazen Doğu'ya, bazen Batı'ya yönelmiş, fakat
kendi şahsiyetini bulamamıştır. Şu mısralarda, Gökalp,
"Kızılelma"ya nasıl ulaşılacağını anlatmaktadır:
“Millette olsa bir gizli ihtiyaç, / Milli vicdan bulur ona bir
ilaç; / Türk bakmamış İram yahut Sebâ'ya, / Demiş:
“Gideceğim Kızılelma'ya.” / Maksadı gitmektir birliğe doğru,
/ Milli düşünceye, dirliğe doğru… / Bilir bir gün milli irfan
doğacak / Yeni Orhun, Yeni Tufan doğacak. / İçtimai bir
yurt, kavmi bir tarih / Edecek Türlük'ü taklidden tenzih. /”
(Tansel 1972, 13)
Perde arkasından bu sözleri dinleyen Ay Hanım, hocasının
anlattığı "Kızılelma" idealini gerçekleştirmeye karar verir.
İdealini gerçekleştirmekle kalmaz aynı zamanda Avrupa'ya
kendisini aramaya gelen Turgut'la da evlenir. Bu saadet
atmosferinden sonra şiiri bitiren mısralar şunlardır:
“Kızılelma oldu bir güzel Cennet: / Oradan Turan'a yağdı
saadet. / Ey Tanrı icabet kıl bu duaya: / Bizi de kavuştur
Kızılelma'ya!...” (Tansel 1972, 22).
Orhan Şaik Gökyay'ın şu satırları, Gökalp'la birlikte
"Kızılelma" kavramının yeni bir anlam kazanışını
örneklemektedir:
“Tanzimat'tan sonraki yıllarda hemen hemen unutulmaya
yüz tutan bu sembole yeni bir anlam kazandırmaya çalışan
Ziya Gökalp'ta "Kızılelma", bu defa, çökmekte ve
dağılmakta olan Osmanlı Devleti yerine bütün Türklerin bir
araya gelerek kuracakları ve yüzyıllardır özlemini çektikleri
Turan ülkesiyle eş anlamda kullanılır.” (Gökyay 2002, 560).
Görüldüğü gibi, Ziya Gökalp'ın "Kızılelma" şiiri, bu kavramı,
gelenekte olandan farklı bir şekilde yorumlamış,
"Kızılelma"yı, Türklerin hâlihazırda içinde bulundukları
92

olumsuzluklardan onları uzaklaştıracak, uzak ve muhayyel
bir Turan ülkesi/ülküsü olarak görmüş ve göstermiştir.
Geleneksel metinlerimizde, Osmanlı'nın günün birinde
ulaşacağı bir şehir, varılacak bir diyar olarak görülen
"Kızılelma", burada, haritada aranacak bir nokta değil,
Türklerin büyük birliklerini sağlayacakları bir muhayyel
vatan olarak algılanmıştır.
"Kızılelma", “Zemini mefkûre, seması hayal… / Bir gün
gerçek fakat şimdilik masal…” olan bir muhayyel mekândır
ve ancak Türklerin taklitçilikten kurtulup kendi
şahsiyetlerini bulmaları şartıyla gerçeğe dönüşebilecektir.
Gökalp bir başka şiirinde de, “Demez taş, kaya / Yürürüz
yaya / Türküz, gideriz / Kızılelma'ya!” der. (Tansel 1972,
66)
Bu bölümü Gökalp'ın kendi cümleleriyle bitirelim:
"…ruhların büyük bir özlemle aradığı 'Kızılelma', gerçeklik
alanında değil, düş alanındadır. Türk köylüsü Kızılelma'yı
düşlerken gözünün önüne eski Türk ilhanlıkları gelir."
(Gökalp 2004, 23)
(....)
ABDULLAH HARMANCI
Yeni Türk Edebiyatı’nda "Kızılelma"
Selçuk Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
93