Modern Ran Tarihi 4th Edition Ervand Abrahamian Dilek Endil

certagailer0 8 views 81 slides May 12, 2025
Slide 1
Slide 1 of 81
Slide 1
1
Slide 2
2
Slide 3
3
Slide 4
4
Slide 5
5
Slide 6
6
Slide 7
7
Slide 8
8
Slide 9
9
Slide 10
10
Slide 11
11
Slide 12
12
Slide 13
13
Slide 14
14
Slide 15
15
Slide 16
16
Slide 17
17
Slide 18
18
Slide 19
19
Slide 20
20
Slide 21
21
Slide 22
22
Slide 23
23
Slide 24
24
Slide 25
25
Slide 26
26
Slide 27
27
Slide 28
28
Slide 29
29
Slide 30
30
Slide 31
31
Slide 32
32
Slide 33
33
Slide 34
34
Slide 35
35
Slide 36
36
Slide 37
37
Slide 38
38
Slide 39
39
Slide 40
40
Slide 41
41
Slide 42
42
Slide 43
43
Slide 44
44
Slide 45
45
Slide 46
46
Slide 47
47
Slide 48
48
Slide 49
49
Slide 50
50
Slide 51
51
Slide 52
52
Slide 53
53
Slide 54
54
Slide 55
55
Slide 56
56
Slide 57
57
Slide 58
58
Slide 59
59
Slide 60
60
Slide 61
61
Slide 62
62
Slide 63
63
Slide 64
64
Slide 65
65
Slide 66
66
Slide 67
67
Slide 68
68
Slide 69
69
Slide 70
70
Slide 71
71
Slide 72
72
Slide 73
73
Slide 74
74
Slide 75
75
Slide 76
76
Slide 77
77
Slide 78
78
Slide 79
79
Slide 80
80
Slide 81
81

About This Presentation

Modern Ran Tarihi 4th Edition Ervand Abrahamian Dilek Endil
Modern Ran Tarihi 4th Edition Ervand Abrahamian Dilek Endil
Modern Ran Tarihi 4th Edition Ervand Abrahamian Dilek Endil


Slide Content

Modern Ran Tarihi 4th Edition Ervand Abrahamian
Dilek Endil download
https://ebookbell.com/product/modern-ran-tarihi-4th-edition-
ervand-abrahamian-dilek-endil-47165616
Explore and download more ebooks at ebookbell.com

Here are some recommended products that we believe you will be
interested in. You can click the link to download.
Modern Iran Nikkie R Keddie
https://ebookbell.com/product/modern-iran-nikkie-r-keddie-50353980
Modern Iran Since 1797 Reform And Revolution 3rd Edition Ali M Ansari
https://ebookbell.com/product/modern-iran-since-1797-reform-and-
revolution-3rd-edition-ali-m-ansari-33838192
Modern Iran 2nd Edition Ali Ansari
https://ebookbell.com/product/modern-iran-2nd-edition-ali-
ansari-5226086
Modern Iran Roots And Results Of Revolution Updated Nikki R Keddie
https://ebookbell.com/product/modern-iran-roots-and-results-of-
revolution-updated-nikki-r-keddie-6684390

Modern Iran In Perspective 1st Ed 2019 Ali Pirzadeh
https://ebookbell.com/product/modern-iran-in-perspective-1st-
ed-2019-ali-pirzadeh-10798642
Modern Iran Since 1797 Reform And Revolution 3rd Ed 2019 3rd Ed 2019
Ali M Ansari
https://ebookbell.com/product/modern-iran-since-1797-reform-and-
revolution-3rd-ed-2019-3rd-ed-2019-ali-m-ansari-50643748
Media And Power In Modern Iran El Blout
https://ebookbell.com/product/media-and-power-in-modern-iran-el-
blout-50218032
Democracy In Modern Iran Islam Culture And Political Change Ali
Mirsepassi
https://ebookbell.com/product/democracy-in-modern-iran-islam-culture-
and-political-change-ali-mirsepassi-51759246
Reformers And Revolutionaries In Modern Iran New Perspectives On The
Iranian Left Stephanie Cronin Cronin
https://ebookbell.com/product/reformers-and-revolutionaries-in-modern-
iran-new-perspectives-on-the-iranian-left-stephanie-cronin-
cronin-23386162

TARİH
ER V AND ABRAHAMIAN
MODERN İRAN TARİHİ
ÖZGÜN ADI
A HISTORY OF MODERN IRAN
COPYRIGHT © ERVAND ABRAHAMIAN, 2008
CAMBRIDGE UNIVERSITY PRESS
İNGİLİZCE ÖZGÜN METiNDEN ÇEViREN
DiLEK ŞENDiL
©TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYlNLARI, 2008
Sertifika No: 29619
EDiTÖR
ALİBERKTAY
GÖRSEL YÖNETMEN
BİR OL BAYRAM
REDAKSİYON
ERKANIRMAK
GRAFiK TASARlM UYGULAMA
TÜRKİYE iŞ BANKASI KÜL TÜR YA YlNLARI
I. BASlM: ŞUBAT 2009, İSTANBUL
4· BASlM: ŞUBAT 2017, İSTANBUL
ISBN 978-9944-88-567-6
BASKI
AYHAN MA TBAASI
MAHMUTBEY MAH. DEVEKALDlRIMI CAD. GELiNCİK SOK. NO: 6 KAT: 3
BA�CILAR İSTANBUL
Tel: (0212) 445 32 38 Fax: (0212) 445 05 63
Sertifika No: 22749
Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır.
Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek
metin, gerek görsel malzeme hiçbir yolla yayınevinden izin alınmadan çoğaltılamaz,
yayımlanamaz ve dağıtılamaz.
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜL TÜR YA YlNLARI
İSTİKLAL CADDESi, MEŞELİK SOKAK NO: ı./4 BEYOGLU 34433 İSTANBUL
Tel. (0212) 252 39 91
Faks (0212) 252 39 95
www .iskultur.com.tr

Ervand Abrahamian
Modern İran Tarihi
Çeviren: Dilek Şendil
TORKIYE $BANKASI
Kültür Yayınları

Doğaüstü güçlere inanır gibi yapmayı reddettikleri için
19 8 8 yılında ip e yollanan üç yüzü
aşkın siyasal mahkumun anısına

İÇİNDEKİLER
Harita ve Resimler __ _____ _ _ _ __ ___ _ __ _ __ ____ IX
Tablola r ve Şekiller __
Kronoloji _
Sözlükçe __ _
------ ------ - -- ---X
__ ____ _ __ XI
_ __ __ _ ___ __ _ _ _ _ _ __ XIII
Modern İra n Siyasetinde Kim Kimdir ________ _____ _____ ___ __ __ ______ xv
Önsöz __ __ __ _ ___ _ _ _ _ _ _ _ __ _ _ __ _ XXVII
Giriş._ --- - ----------- ---... 1
I
"Hanedanlık Zorbaları":
Kaçarların Egemenliğinde Devlet ve Toplum __ _ --- ___ .11
II
Reform, Devrim ve Büyük Savaş _
III
Rıza Şah'ın Demir Yumruğu __ __ __ _ - -- -- -- - - __ 85
IV
Milliyetçi Ara Dönem_ -- -- -- - - --- __ _______ ___ 129
V
Muhammed Rıza Şah'ın Beyaz Devrimi -- - - _______ _ 163
VI
İsla m Cumhuriyeti
Notla r _
Kaynakça __ _
Dizin.
.. 203
-- ---- - - -- ----.255
- --- --- -------- ---271
---- - ---- - __ 279

Haritalar
. ........ XXIX 1 İran ve Ortadoğu .....
2 İran'ın bölgeleri .. . ............................... XXX
Resimler
1 Taç giyme töreni anısına basılan pul, 1926 .. . . ..... .. .. . . ... 89
2 Yol inşaatı pulu, 1934 ... ........... ...... ...... ............ ...... ...... ............. 105
3 Pehlevi ideolojisini tasvir eden pullar, 193S
3.1 Persepolis ...... ........ . 105
3.2 Tahran havaalanı.... . . ... ....... 105
3.3 Tahran yakınlarında sanatoryum ..
3.4 Abdülazim'deki çimento fabrikası ..
3.S Gambot ..
. ... .... 106
. ......... 106
. ...... .... . ... 106
3.6 Karun üzerinden geçen tren köprüsü... . ....... 107
3.7 Tahran postanesi. . ........ 107
3.8 Adalet: terazi ve kılıçlı kadın.. . . ........... 107
3.9 Eğitim: gençliğe ders veren melek.... ....... ..... .. 107
4 Eski İran'ın anısına hazırlanan pullar
4.1 Persepolis: Ana Saray'ın harabeleri .. .. . . .. . .. . .. 108
4.2 Persepolis: aslan kabartması.. .. ............. 108
4.3 Persepolis: Dareios (Dara) ........ ... ................................. .... 108
4.4 Persepolis: savaşçı ...... ............................. . . . . 109
4.S Pasaraga: Kyros'un (Kuraş, Keyhüsrev) mezarı.. . ... 109
4.6 Nakş-ı Rüstem'deki kabartma: Ardaşir'in Ahura
Mazda tarafından tahta geçirilmesi ..................... .................. 109
4. 7 Nakş-ı Rüstem'deki ka bartma: İmparator Valerianus,
Şahpur'un huzurunda teslim olurken . . . . .. . . .. 110
S Pullar (1963-78)
S .1 Beyaz Devrim'in çeşitli yönlerini kutlayan pullar 179
S .2 Rıza Şah anısına basılan pul dizisi . . . . .. . . . . .. . . . . . .. . . . . . . . .... 180
IX

X
5.3 Pehlevi hanedanlığının ellinci yıldönümü anısına
basılan pul dizisi. .. . . ...... . ...... 181
6 Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin heykeli devrim sırasında
Humeyni'nin karargahının yakınlarında yere devrilmiş.
Tahran, Şubat 1979. .... . ........ 210
7 Devrim sırasında askerlerin önünden geçen bir kadın.
Tahran, 1978. ................ . .............. .............. ........... 210
8 İslam Cumhuriyeti'nin pulları
8.ı İslam Devrimi'nin öncüleri anısına basılmış pullar .. . 222
8.2 Ayetullah Kaşani için basılmış pul... .. . ........ 223
8.3 Ayetullah Behişti ve yetmiş iki şehit anısına iki pul ... 223
8.4 Bezirgan hükümeti tarafından Ali Ahmed, Şeriatİ,
Musaddık ve Dehhüda anısına basılmış pullar .. .. . 224
8.5 ı980'lerde İslam Devrimi'nin yıldönümü için
basılmış pullar .. . ........................................................ 225
Tablolar
ı Önemli istatistikler .. . . .. ...... ... . . . . 7
2 1900'de İran'da cemaatler ...................................... .. ...... 25
3 Devlet bütçeleri, ı925-26 ve ı940-4ı . ..... ............. . ..... 93
4 Halk eğitiminin yaygınlaşması, 1923-24 ve 1940-41. 111
5 Yer adlarındaki değişiklikler .. ... ... .............. .... ..... .. .. .......... .. J 16
6 Resmi terminoloji değişiklikleri .. .. . ...... ..... . . . . J 17
7 Başbakanlar, 194ı-53 ................ ................ ı36
8 Petrol gelirleri, ı954-76 ..... . ..... .... . ..... . ı65
9 Başbakanlar, ı953-77 ................ .... ... . ı 71
ı O Askeri harcamalar, ı9 5 4-77 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ........ ı 7 4
11 Sana yi üretimi, ı9 5 3-77 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ....... ı 77
ı2 Şehirli hane halkı harcamaları, ı959-60 ve ı973-74 .. .... ı85
13 Petrol gelirleri, ı977-94 .................................. ......................... 228
ı4 Cumhurbaşkanları ı980-2007 .... ............... .............. . .243
Şekiller
ı Sınıfsal yapı (ı970'lerde işgücü) ................................................... 184
2 İslam Anayasası Çizelgesi ...................... ..... ............... ..................... 2ı6

Kronoloji
1901
1905 Aralık
1906 Temmuz
1906 Ağustos
1906 Ekim
1907 Ağustos
1908
1908 Haziran
1909
1909 Temmuz
1909 Kasım
1911
1912
1919 Ağustos
1921 Şubat
1925
1926
1927
1928
1933
1934
1941 Ağustos
1951
D' Arcy İmtiyaz Andaşması
Tüccarların falakaya çekilmesi
Britanya temsilciliğinde protesto
Şah rejiminin anayasa çıkarmayı vaat etmesi
Birinci Meclis'in açılışı
İngiliz-Rus Konvansiyonu
İlk petrol kuyusu
Askeri darbe
Anglo-Persian Oil Company'nin kurulması
Devrimciler Tahran'ı zapt eder
İkinci Meclis'in açılışı
Rus ültimatomu
Britanya Donanınası yakıt olarak kömür yerine
petrol kullanmaya başlar
İngiliz-İran Andaşması
Askeri darbe
Kurucu Meclis Kaçar hanedanlığına son verir
Rıza Şah taç giyer
Kapitülasyonlar kaldırılır
Yeni kıyafet yasası
D' Arcy İmtiyaz Andaşması iptal edilir
Pers ülkesinin adı resmen İran olur
İngiliz-Sovyet istilası
Petrol devletleştirilir
Xl

XII MODERN iRANTARiHi
1953
1963
1974
1975
1979 Şubat
1979 Kasım
1979 Aralık
1980 Ocak
1980 Eylül
19 81 Haziran
1983
1988
1997
2001
2005
CIA darbesi
Beyaz Devrim
Petrol fiyatları dörde katlanır
Yeniden Diriliş Partisi kurulur
İslam Devrimi
Öğrenciler ABD Büyükelçiliği'ni işgal eder
İslam anayasası için referandum
Beni Sadr cumhurbaşkanı seçilir
Irak İran' a saldırır
Mücahidin ayaklanması; Beni Sadr görevden alınır;
Hamaney cumhurbaşkanı seçilir
İran Irak'a saldım
İran-Irak savaşı sona erer
1989 Humeyni ölür; Ayetullah Hamaney
"Ruhani Lider" seçilir; Rafsancanİ cumhurbaşka­
nı seçilir
Hatemi cumhurbaşkanı seçilir
Hatemi bir kez daha cumhurbaşkanı seçilir
Ahmedinejad cumhurbaşkanı seçilir

Sözlükçe
ah und mollalar sınıfı
ayan ileri gelenler
ayetullah üst düzey din adamı (sözlük anlamı "tanrının işareti")
besic rejime bağlı gönüllü direniş güçleri
çador çadır, örtü, çarşaf
erbab toprak sahibi
eşraf aristokrat, soylu
fıkıh din hukuku
hakim vali yardımcısı
hüccetü,l-islam Büyük Ayetullah ve Ayetullah'ın bir altındaki dini
unvan (örneğin, eski cumhurbaşkanlarından Rafsan­
canİ'nin unvanı)
hüseyniye dini toplantı yeri (ibadet edilen değil, toplanılan)
kanat yol kenanndaki açık su kanalları
keşvar ülke, krallık, devlet
merci-i Tak/id Şii inancında, her bireyin emirlerini uyguladığı ve ya­
şam biçimini kendine örnek aldığı Büyük Ayetullah
rütbesine sahip molla, taklit mercii
mihan
müctehid
müstezefin
mustavfi
pasdar an
rusari
vatan, yurt
içtihat yapma yetkinliğinde din bilgini
mustazaflar, ezilenler.
muhasebeci
muhafızlar
başörtüsü
XIII

XIV MODERN i RAN TARiHi
ruşenfikren
seyyid
taziye
tek k e
aydın görüşlü, entelektüel
peygamberin soyundan gelen
Kerbela anmalarındaki temsiller
tiyatro binası
tuyul tırnar
ve/ayet-i fakih İran rejiminde en üst makam olan dini lider. On İkin­
ci İmam'ın yokluğunda ona vekalet eden kişi (eski­
den Humeyni, şimdi Hamaney).

Modern Iran Siyasetinde Kim Kimdir
Ahmed Şah (1896-1929): Son Kaçar hükümdarı. 1909'da tahta
çıktığında küçük bir çocuktu, ancak 1914'te reşit oldu. Gerçek
bir güce sahip olmadığı ve canını kaybetmekten korktuğu için
1921 darbesinin hemen ardından ülkeyi terk etti. Paris'te öldü ve
Kerbela'ya gömüldü.
Ahmedinejad, Mahmud (1956-): 2005 yılında seçimle işbaşma
gelen muhafazakar cumhurbaşkanı. Bir demİrcİnin oğlu olan,
Irak savaşı gazisi Ahmedinejad cumhurbaşkanlığı seçimlerini po­
pülist temalar işlediği kampanyası sayesinde kazandı. Petrol gelir­
lerini halka dağıtmayı, Humeyni'nin devrimci ideallerini yeniden
canlandırmayı ve yüzyıllarca ülkeyi sözüm ona yönetmiş "bin ai­
leye" son darbeyi indirmeyi vaat etti. En muhafazakar ulemadan
bazı kimseler tarafından desteklenmektedir.
Alam, Esadullah (1919-78): Muhammed Rıza Şah'ın en büyük
sırdaşı. Sistan ve Belucistan'da "Sınırların Efendisi" diye bilinen
köklü bir aileden gelip 1946'da saraya girdi ve devrimin başlan­
gıcında ölene dek şahın danışmanlığını yaptı. Kimileri şahın
1977-78 yıllarındaki kararsızlığını, dolayısıyla devrimle sonuç­
lanan sürecin ortaya çıkışını onun yokluğuna bağlar. Öldükten
sonra yayımlanan anıları ise, sorunun sanıldığından fazla parçası
olduğu görüşünü destekler niteliktedir.
xv

XVI MODERN i RAN TARiHi
Ali Ahmed, Celal (1923-69): "Köklerine dönme" hareketini başla­
tan kişidir. Siyasete Tudeh Partisi'nde Marksist olarak başlamış ve
son günlerine dek kuşkucu bir aydın olarak kalmış, ancak
1960'larda İran'ın kültürel köklerini daha çok Şiilikte aramıştır.
"Batı vurgunu" anlamına gelen Garbzedegi adlı en bilinen eserin­
de İran'ın "Batılılaşma hastalığı" nedeniyle mahvalduğunu savu­
nur. Humeyni'nin açıkça övgüler düzdüğü birkaç aydından biriydi.
Arani, Taki (1902-40): İran'da Marksizmin kurucusu. 1922-30
yıllarında Almanya'da öğrenim görüp ülkesine döndüğünde Dün­
ya adlı dergiyi çıkarmaya başladı ve üyeleri sonradan Tudeh Par­
tisi'ni kuracak olan bir entelektüel çevre oluşturdu. "Sosyalizm"
ile "ateizm" savunuculuğu yaptığı gerekçesiyle on yıl hapse mah­
kum edildi ve cezaevinde öldü.
Bahar, Muhammed Taki (Melikü'ş-şuara) (1885-1952): Klasik
Fars edebiyatının mümtaz şairi. Siyasal yaşamına anayasal hare­
ketin etkin bir üyesi olarak başladı ve Tudeh yanlısı Barış Parti­
zanları'nın başkanı olarak öldü. Üretken bir şair olmasının yanı
sıra İran'da Siyasal Partilerin Kısa Tarihi adlı iyi bilinen bir kitap
da yazmıştı.
Beni Sadr, Seyyid Ebul Hasan (1933-): İran'ın ilk cumhurbaşka­
nı. 1953 darbesini destekiemiş bir ayetullahın oğlu olmasına rağ­
men, Musaddık'ın tarafında yer aldı ve yetişkinlik yıllarının çoğu­
nu Paris'te Ulusal Cephe ve Kurtuluş Hareketi içinde geçirdi.
1979'da Humeyni'yle birlikte ülkesine döndükten sonra din
adamlarını "molla diktatörlüğü" kurmayı planlamakla suçlayana
kadar kısa süreliğine cumhurbaşkanlığı makamında oturdu. Tek­
rar Paris'e kaçmak zorunda kaldı.
Bezirgan, Mehdi (1907-95): Humeyni'nin ilk başbakanı. Musad­
dık'ın yardımcısı olarak Ulusal Cephe'deki diğer arkadaşlarından
çok daha dindardı. 1961 'de Kurtuluş Hareketi'ni kurdu ve kendi­
ni İran milliyetçiliği, Batı liberalizmi ve Şiilik ideallerine adadı.

MODERN i RAN SiYASETiNDE KiM KiMDiR XVII
Laikler onu fazla dindar görürlerdi; dindarlarsa fazla laik ...
1979'da öğrencilerin ABD Büyükelçiliği'ni basmasını protesto et­
mek için istifa etti.
Behbehani, Seyyid Abdullah (1844-1910): Meşrutiyet Devri­
mi'nde önde gelen iki ayetullahtan biri. Bunun arkasından laik
Demokratlada dindar Ilımlılar arasında çıkan kavgalarda suikas­
ta kurban gitti. Oğlu Ayetullah Muhammed Behbehani 1953 dar­
besini fiilen desteklemişti. Darbe sırasında pazarda harcanan pa­
ralara "Behbehani dolarları" deniyordu.
Bozorg, Alevi (1904-1995): Modern Fars edebiyatının önde gelen
isimlerinden. Almanya'da öğrenim gördükten sonra 1930'larda
yurduna dönünce Dünya dergisinin ortak yayın yönetmenliğini
yaptı, Arani'nin çevresine katılmak suçundan hapse atıldı ve
1941 'de salıverildikten sonra Tudeh Partisi'nin kuruluşuna katkı­
da bulundu. Yazdığı kitaplar arasında cezaevi anılarını anlatan
Elli Üç/er de vardır. Marx kadar Kafka, Freud ve Hemingway'den
de etkilenmişti. Yine bir edebiyat ustası olan Sadık Hidayet'in iyi
dostuydu.
Burucerdi, Ayetullah Ağa Hacı Ağa Hüseyin Tabatabai (1875-
1961): En yüksek rütbede son Şii lider. Necef ve Burucerd'de uzun
süre ilahiyat fakültesinde görev yaptıktan sonra 1944'te yüksek
merci-i taklit olmaya layık görüldü. Din adamlarının siyasete ka­
rışmasına karşı olsa da 19 5 3 darbesine yardım edenlere göz yum­
du. Ölümü, genç ayetullahların onun ardından boş kalan yüksek
mevkii doldurma rekabetini kışkırttı. Aynı zamanda şahın Beyaz
Devrim'i başlatmasına yol açtı.
Curzon, Lord George (1859-1925): Ülkeyi kendi imparatorluğu­
na katmaya kalkışacak kadar İran tutkunu olan Britanya dışişle­
ri bakanı. Lisansüstü öğrencisiyken İran'a yolculuk yapmış ve
Persia and the Persian Question adlı klasikleşmiş kitabını yayım­
lamıştı. 1919 tarihinde imzaladığı İngiliz-İran Andaşması İran' da
milliyetçi bir tepki görmüştü.

XVIII MODERN IRAN TARIHI
Dehhüda, Ali Ekber (1879-1956): Modern İran'ın önde gelen ay­
dınlarından. Meşrutiyet Devrimi'nin sivri dilli yergicilerinden biri
olduğu için başta din adamları ve toprak sahipleri olmak üzere pek
çok kişinin tepkisini çekmişti. Siyasetten elini ayağını çekerek öm­
rünü ünlü Lugatnamesi'ni derlerneye adadı. Ağustos 1953 karga­
şasında şah ülkeden kaçtığında, bazı radikal milliyetçiler ona kura­
cakları cumhuriyetin başkanı olmasını önermişlerdi.
Ebadi, Şirin (1947-): İran'ın Nobel ödüllü tek yurttaşı. Eski re­
jimin son yıllarında genç bir yargıç olan Ebadi, diğer bütün ka­
dınlarla birlikte yargı sisteminden dışlandı. O da başta kadınlar
ya da çocukları ilgilendiren davalar olmak üzere insan hakları ko­
nusunda uzmanlaşan kendi hukuk bürosunu kurdu. 2003 yılında
Nobel Barış Ödülü'ne layık görüldü.
Eşref, Prenses (1919-): Şah'ın ikiz kardeşi. Etkileyici kişiliğiyle
perde arkasında önemli rol oynamış ve Batı' da öğrenim görmüş
pek çok genç teknokratın zenginleşip mevki sahibi olmasına,
özellikle de hükümette yer almasına yardımcı olmuştu. Bazıları
onun rejimin en kötü yanlarının somut örneği olduğunu düşün­
mektedir. Kimileri de bu görüşün kadın düşmanlığı anlamına gel­
diğini iddia eder.
Fatimi, Seyyid Hüseyin (1919-54): Musaddık'ın sağ kolu olarak
şah tarafından idam edildi. Fransız öğrenimi görmüş bir gazete­
ciydi, petrol endüstrisinin devletleştirilmesini destekleyen kam­
panyanın sözcülerinden ve ilk destekleyenlerden biriydi. Dışişleri
bakanlığı da dahil pek çok görevde Musaddık'a hizmet etmişti.
Darbeden sonra tutuklandı ve "hanedanlığı küçük düşürmek" ve
cumhuriyet kurma planları yapmak suçundan idam edildi. Milli­
yetçi hareketin kahramanı olarak kabul edilmektedir. İslam Cum­
huriyeti tarafından adı bir caddeye verilen birkaç Ulusal Cephe
üyesinden biridir.
Fermanferma, Firuz (Nusredü'd-devle) (1889-1937): Seçkin ileri
gelenlerden. Ünlü Fermanferma ailesinin bir üyesi ve Feth Ali

MODERN i RAN SiYASETiNDE KiM KiMDiR XIX
Şah'ın tarunu olarak Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra birçok
farklı bakanlığın başına getirildi; Rıza Şah'ın güçlü bir merkezi
devlet kurmasına yardım eden üç kişiden biriydi. Sonradan Şah
onu hapse attırmış ve öldürtmüştü. Hapiste Oscar Wilde'ın De
Profundis [Oscar Wilde'ın Mektupları] adlı eserini çevirdi.
Fazlullah Nuri, Şeyh (1843-1909): Meşrutiyet Devrimi'ne muha­
lif önde gelen ruhani liderlerden. Tahran'da seçkin bir ilahiyatçı
olarak başlangıçta şahın iktidarını kısıtlama çabalarını destekle­
miş, fakat laiklere yönelik korkularının artması nedeniyle sonun­
da şah yanlılarına katılmıştı. Reformcuları gizli Babi'ler, ateistler
ve serbest fikirli kimseler olmakla suçlayan fetvalar yayımlıyordu.
Bunlardan bazıları İç Savaş sırasında öldürüldü, idam edildi. Sa­
vaştan sonra ölümcül fetvalar yayımladığı gerekçesiyle onu da as­
tılar. Modern İslami hareket onu ilk "şehitlerden" biri olarak ka­
bul etmektedir.
Hamaney, Ayetullah Seyyid Ali (1939-): Humeyni'nin halefi olan
"Ruhani Lider". Azerbaycan'da ikinci derece bir din adamı ailesin­
den gelir, önce Meşhed'de, sonra Kum kentinde Humeyni'yle ilahi­
yat okudu. Devrim ertesinde kısa süreli cumhurbaşkanlığı da dahil
peşpeşe yüksek mevkilerde bulunana dek öne çıkmamış bir liderdi.
Humeyni'nin ölümünün hemen ardından rejim onu ayetullah mer­
tebesine yükseltti ve yeni Ruhani Lider olarak bağrına bastı. Hu­
meyni'nin yetkilerini almış olsa da onun karizmasından yoksundur.
Hatemi, Hüccetü'l-islam Seyyid Muhammed (1944-): Liberal
cumhurbaşkanı. Humeyni'nin yakın arkadaşı bir ayetullahın oğ­
lu olan Hatemi, Kum kentinde ilahiyat, İsfahan Üniversitesi'nde
felsefe okudu, bu arada biraz İngilizce ve Almanca öğrendi. Dev­
rim'in başlarında Hamburg'daki Şii camiini yönetiyordu.
Devrim'den sonra devlet yayınevine başkanlık etti, Meclis'i yö­
netti ve kültür bakanı olarak kitap ve filmiere uygulanan sansürü
gevşetince muhafazakarların öfkesini topladı. Bakanlıktan istifa
ederek ulusal kütüphanenin başına geçti, Tahran Üniversitesi'nde

XX MODERN iRANTARiHi
siyasal felsefe dersleri verdi. Reform platformunu sürdürerek
1997 ve 2001 yıllarında cumhurbaşkanlığı seçimlerini iki kez ka­
zandı, ikisinde de çoğunluğun oylarını almıştı.
Humeyni, Ayetullah Seyyid Ruhuilah (1902-89): İslam Devri­
mi'nin karizmatik lideri. Bir molla ailesinde doğdu, gençlik yılla­
rını Kum ve Necef kentlerindeki medreselerde geçirdi. 1963 'te si­
yasete atıldığında Amerikalı askeri danışmanlara "kapitülasyon­
lar" tanıyor diye şaha suçlamalarda bulundu. Sınırdışı edilince on
altı yılını Necef'te Şii İslam'a yeni bir yorum getirmeye adadı. Şi­
ilerin geleneksel vetayet-i fakth kavramını iyice genişletti-molla­
ların öksüzler, dullar ve geri zekalılar üstündeki yetkilerini bütün
yurttaşları kapsayacak şekilde artırmıştı. Aynı zamanda radikal
popülizmi dini muhafazakarlıkla birleştirdi. 1979'da zaferle ülke­
sine döndüğü zaman, yeni anayasa onu Devrim Komutanı, İslam
Cumhuriyeti'nin kurucusu, İslam Cumhuriyeti'nin Ruhani Lideri
ve hepsinin üstünde Müslüman Dünyası'nın İmaını olarak tanıdı.
Şiiler bu sonuncu unvanı geçmişte yalnızca On İki Kutsal İmam
için kullanmışlardı.
Hüveyda, Abbas (1919-79): Şahın en uzun süre görev yapan baş­
bakanı. Devlet memuru olan Hüveyda, Bahai bir ailede yetişınİş­
tİ -ancak kendisi Bahai ibadetlerini yerine getirmezdi; 1965'te
kendinden önceki başbakan köktendinciler tarafından suikastta
öldürülünce başbakanlığa getirildi. Şah 1977 yılında muhalefeti
yumuşatma çabasıyla önce onu görevden alana, arkasından da
tutukiatana dek bu görevde kaldı. Devrimci rejimin ilk idam et­
tiklerinden biriydi.
İskenderi, Mirza Süleyman (1862-1944): Yarım yüzyıl boyunca
sosyalist hareket içinde öne çıkmış Kaçar beyi. Şah despotizmine
karşıydı, Meşrutiyet Devrimi'ne katıldı -ağabeyi İç Savaş'ta can
·verdi; 1909-21 arasında Demokrat Parti'nin liderliğine yardım etti;
Birinci Dünya Savaşı'nda Britanyalılar tarafından hapse atıldı;
1921-26 arasında Sosyalist Parti başkanlığını yürüttü; 1941'de Tu­
deh Partisi milletvekili olarak politika sahnesine geri döndü.

MODERN IRAN SIYASETINDE KiM KIMDiR XXI
Kesrevi, Seyyid Ahmed (1890-1946): Modern İran'ın, özellikle de
Meşrutiyet Devrimi'nin önde gelen tarihçilerinden. Ulusal daya­
nışmanın şiddetli savunucusu olarak Şiilik dahil her türlü cemaat­
çilik ve bölücülüğü ısrarla kınadı. En aykırı çalışması Şiigari'dir
[Şii Satıcılığı]. "İmansız" suçlamasıyla itharn edilerek öldürüldü.
Buna rağmen Kesrevi'nin İran Anayasası Tarihi adlı kitabı Hu­
meyni'nin kitaplığında yerini korumuştu.
Kevam, Ahmed (Kevamü's-sultani) (1877-1955): Eski ayanın en
seçkinlerinden. 1906 devriminde sarayın destekçisi olarak anaya­
sayı ilan eden metni hat yazısıyla kaleme aldığı bilinir. Gerek mec­
liste gerek hükümette entrika çevirmekteki ustalığı dillere destan­
dı. Rıza Şah'tan önce dört, sonra altı kabİneye başkanlık etti.
Genç şahı pek umursamazdı. Truman'ın yanı sıra bazıları onun
Kızıl Ordu'yu Azerbaycan'dan çekmesi için Stalin'i ikna ederek
İran'ın bütünlüğünü koruduğunu düşünürler. 1952'de başbakan
olarak Musaddık'ın yerini almayı önerdiği için, öldüğünde adına
leke sürülmüştü.
Kaşani, Ayetullah Seyyid Ebu! Kasım (1885-1961): Musaddık'ı
önce destekleyen, sonra ona muhalefet eden mollaların en önde
geleni. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra İngilizlere karşı savaşan
babasının öldürüldüğü Irak'tan mülteci olarak gelmiş; kendi de
İkinci Dünya Savaşı'nda İngilizler tarafından tutuklanmıştır. Pet­
rol endüstrisinin devletleştirilmesi için kampanya başladığında
bütün gücüyle Musaddık'a destek verdi. Musaddık şeriatı getir­
mediği için 1953'te onunla arası gözle görülür ölçüde açıldı. Yan­
daşları 1953 darbesini fiilen desteklediğini şiddetle inkar ederler.
Muhammed Rıza Şah Pehlevi (1919-80): İslam Devrimi'nin taht­
tan indirdiği şah. Babası onu silahlı kuvvetlerin başkomutanlığına
getirmişti. 1941 'de tahta çıktığında silahlı kuvvetlerin denetimini
ele geçirmeye çalışan generallerle ileri gelenleri başarıyla saf dışı
bırakmasını bildi. 19 S 3 CIA darbesinin ardından iktidarını pekiş­
tirince petrol gelirlerini silahlı kuvvetleri olduğu kadar devleti de

XXII MODERN i RAN TARiHi
büyük çapta genişletmek için kullanarak babasına benzer bir yö­
netim sergiledi. Devrimden kısa bir süre sonra rejimi tehlikeye
sokmamak adına kendi ailesinden bile sakladığı kanserden öldü.
"Hatalar şaheseri" olarak anlatılır.
Musaddık, Muhammed (Musaddık Essultani) (1881-1967): İran
milliyetçiliğinin simgesi. Köklü bir ayan soyundan gelen Musad­
dık, öğrenimini Avrupa'da görmüş ve Rıza Şah tarafından istifa­
ya zorlanana dek devlet hizmetinde başarılı bir memur olmuştu.
1941 'de siyaset sahnesine geri döndüğünde, öncelikle "rüşvet al­
maz" bakan, sonra da Britanya mülkiyerindeki petrol şirketinin
devletleştirilmesi kampanyasını başlatan Ulusal Cephe önderi ola­
rak isim yaptı. 1951 yılında başbakan seçilir seçilmez ilk iş petrol
endüstrisini devletleştirdi, böylelikle Britanya ile İran arasında
büyük bir uluslararası krizin patlak vermesine neden oldu. 1953
Ağustos'unda CIA tarafından örgütlenen askeri darbeyle alaşağı
edildi. Laik milliyetçiliğe sımsıkı bağlı olması İslamcıları rahatsız
etmişti.
Müderris, Seyyid Hasan (1870-1937): Rıza Şah'a muhalefet eden
başlıca ayetullah. 1914'ten beri meclis üyesi olan Müderris, daha
çok parlamenter olarak tanınırdı. 1914-18 arasında İtilaf Devlet­
leri'ne karşı çıkan ulusal hükümette yer aldı; 1919 İngiliz-İran
Andaşması'nın ses getiren muhaliflerindendi ve Rıza Şah'ın yük­
selişini önlemeye çalıştı. Sürgün edildiği taşrada öldürüldü. Mo­
dern İslamcılar onu öncülerinden biri kabul etmektedirler.
Nevvab-Safevi, Seyyid Mücteba Mirliva (1922-56): İran'ın ilk
gerçek köktenci örgütlerinden biri olan İslam Fedaileri'nin kuru­
cusu. Örgüt 1944 ile 1952 yılları arasında üst düzey suikastiara
imza attı. Ayrıca Musaddık'ın baş danışmanma ve kendisine sui­
kast girişiminde bulundu. Ancak 1953 darbesinde rol aldığını in­
kar etti. Safevi, 1956'da başbakana yapılan suikast girişiminden
sonra idam edildi. Humeyni'nin yandaşları arasındaki aşırı sağcı­
lar Safevi'yi öncülerinden biri kabul etmektedirler.

MODERNiRAN SiYASETiNDE KiM KiMDiR XXIII
Rafsancani, Hüccetü'l-islam Ali Ekber Haşemi (1934-) İslam
Cumhuriyeti'nin "perde arkasındaki beyni" olduğu varsayılır.
Zengin bir çiftçi ailesinin oğlu olan Rafsancanİ öğrenimini Kum
kentinde Humeyni'yle birlikte yaptı, 1960'lar boyunca defalarca
hapse girip çıktı. Ülkeyi sanayileştirmeye çalışmış 19. yüzyıl vezir­
lerinden birine övgüler düzen bir kitap yazdı. Devrimden sonra
cumhurbaşkanlığı ve Teşhis Konseyi Başkanlığı gibi bir dizi yük­
sek mevkide bulundu. Ruhani Lider'den sonra en önemli kişi ola­
rak görülmektedir.
Rıza Şah Pehlevi (1878-1944): İran merkezi devletinin kurucusu.
Asker bir aileden gelerek o dönemde ülkenin başlıca muvazzaf or­
dusu olan Kazak Tugayı'nın üst basarnaklarına yükselmişti.
1921 'de askeri darbe yaptıktan beş yıl sonra kendini şah ilan ede­
rek Kaçar hanedanlığına son verip yerine Pehlevi ailesini geçirdi.
1941 'de Britanya ve Sovyet orduları ülke topraklarını istila edip
onu tahttan inmek zorunda bırakana dek katı bir yönetim sergi­
ledi. Tahttan uzaklaştınldıktan üç yıl sonra Güney Afrika'da öl­
dü. Oğluna yalnızca tacını değil o dönemde Ortadoğu'da eşi gö­
rülmedik diye bilinen muazzam servetini bıraktı.
Serdar Esad Bahtiyari, Cafer Kuli Han (1882-1934): İç Savaş'ın
çok önemli kimselerinden. Diğer Bahtiyari reisieriyle beraber kabi­
le birliklerini Tahran'a sokarak anayasa yanlılarının zafer kazan­
malarında belirleyici rol oynadı. Bahtiyariler Rıza Şah tarafından
defedilene dek bazı bakanlıkları kendi ailelerinin arpalığına dö­
nüştürmüşlerdi. Serdar Esad, hapisteyken cinayete kurban gitti.
Seyyid Ziyaeddin Tabatabai (1889-1969): 1921 darbesiyle yakın­
dan ilişkili Britanya yanlısı politikacı. Britanya yanlısı olduğunu
gizlemeyen bu gazeteci, 1921'de Rıza Şah tarafından başbakanlı­
ğa getirildi, ama bu birkaç aydan fazla sürmedi. Yirmi yıllık sür­
günün ardından İkinci Dünya Savaşı sırasında İran'a dönünce ye­
niden başbakan olmak için türlü yollar denedi, bunların çoğu
İngilizlerce desteklenirken, Sovyet ve Amerikalıların muhalefetiy-

XXIV MODERN iRAN TARiHi
le karşılaştı. Ölümüne kadar şahla düzenli olarak özel görüşme­
ler yaptı.
Sipahdar, Muhammed Veli Han (Sipehsalarü'l-azzam) (1847-
1926): İç Savaş'ın önemli kişilerinden. Mazenderan'ın önde gelen
toprak ağalarından ve şahın ordusunun kağıt üstünde komuta­
nıydı. Anayasa yanlılarının safına geçmesi şah ordusunun yazgısı­
nı belirledi. 1910 ile 1919 yılları arasında sekiz farklı kabineye
başkanlık etti. Rıza Şah tarafından hapse atılma korkusuyla inti­
har etti.
Şeriatİ, Ali (1933-1977): İslam Devrimi'nin "gerçek ideologu" ola­
rak kabul edilir. 1960'larda Fransa'da öğrenim gördü, Üçüncü
Dünya Devrimi kuramcılarından, en çok da Franz Fanon'dan et­
kilendi. Otuz altı ciltlik bir kitapta topladığı yazıları, Şiiliği muha­
fazakar ve siyaset dışı bir din olmaktan çıkarıp, Leninizm ve Ma­
oculukla rekabet eden devrimci siyasal bir ideolojiye dönüştürme­
yi hedefliyordu. Onun yazıları devrime katılan pek çok eylemeiyi
etkilemişti. Devrime kısa bir süre kala sürgünde öldü.
Tabatabai, Seyyid Muhammed Sadık (1841-1918): Meşrutiyet
Devrimi'nde öne çıkmış iki ayetullahtan biri. Gizli bir masondu,
devrim sırasında başroldeydi, 1909 darbesinden sonra ülkeden
kaçmak zorunda kaldı. Adaşı olan oğlu 1940'larda mecliste siya­
sal ağırlığı olan sayılı kişilerdendi.
Takizade, Seyyid Hasan (1874-1970): Meşrutiyet Devrimi'nin
önde gelen aydın politikacılarından. Birinci Meclis'te ortalığı ka­
rıştıran milletvekili olarak Demokrat Parti adına yaptığı konuş­
mada ona karşı fetva çıkaran muhafazakar ulemanın nefretini ka­
zandı. 1909'dan 1924'e dek sürgünde yaşadı, ülkesine döndükten
sonra Rıza Şah'ın yönetiminde bakanlar kuruluna girdi. Muham­
med Rıza Şah döneminde de senatör olarak görev yaptı. Bazıları­
nın gözünde Pehlevi rejiminin bir parçası haline gelmiş genç radi­
kaller kuşağının temsilcisidir.

MODERN iRAN SiYASETiNDE KiM KiMDiR XXV
Talekani, Ayetullah Seyyid Mahmud (1919-79): Devrim sırasında
Tahran'ın en popüler mollası. Musaddık'ın istikrarlı destekçisi ve
Kurtuluş Hareketi'nin kurucu üyesi olan Talekani Ulusal Cep­
he'den Mücahitler'e, hatta Marksist gruplara kadar muhalefetin
bütün kademeleriyle uyumlu ilişkiler kurmuştu. 1978'de kitlesel
toplantılar düzenledi. Devrim'den hemen sonra ölmeseydi Hu­
meyni'nin karşısında dengeyi kurabilecek liberal bir güç olurdu.
Vüsuk, Mirza Hasan Han (Vüsuku'd-devle) (1865-1951): Ünlü
1919 İngiliz-İran Andaşması'nı imzalayan kişi. Ayandan biri ola­
rak 1909 ile 1926 yılları arasında çeşitli idari görevlerde bulun­
du. Kevam'ın ağabeyiydi.
Yeprem Han (Davudiyan) (1868-1912): İç Savaş'ta Kafkas savaş­
çılarının lideri. Rusya'da Ermenilerin milliyetçi Daşnak (Taşnak)
Partisi üyesiyken Sibirya'ya sürgün edilip oradan kaçarak İran'a
geldi. İç Savaş'ın patlak vermesiyle birlikte "Hürriyet Aşkı Vatan
Tanımaz" sloganıyla anayasa yanlıları için çarpışacak gönüllü
Kafkas savaşçılara önderlik etti. İç Savaş biter bitmez Tahran em­
niyet müdürlüğüne getirildi, başkaldıranlada dövüşürken öldü­
rüldü.
Zahidi, General Fazlullah (1897-1963): 1953 CIA darbesinin
görünür lideri. Kazak Tugayı'nda subayken Rıza Şah ve Muham­
med Rıza Şah'a karşı bir lehte, bir aleyhte tavır alırdı. 1942'de
Üçüncü Reich ile ilişki kurduğu gerekçesiyle İngilizlerce hapse
atıldı. 1953'te başbakanlığa getirilmesine rağmen 1955 yılında
Şah tarafından görevden uzaklaştırıldı. Sürgüne gittiği İsviçre'de­
ki lüks villasında öldü.

..
On söz
Geçmişi ancak bugünün gözüyle görür ve
geçmiş anlayışımızı bugünden bakarak oluştururuz.
E. H. Carr
Bu kitap öncelikle modern İran'ın sesi ve öfkesi karşısında şa­
şırmış durumdaki genel okuyucuya bilgi vermek amacıyla yazıl­
mıştır. İran'ın neden sık sık haberlere konu olduğunu; çoğu za­
man "Alice'in Harikalar Diyarı"nı çağrıştırmasının nedenini; bir
yüzyıl içinde neden iki büyük devrim geçirdiğini -ki bunlardan bi­
ri bizim gözlerimizin önünde olmuştur; hepsinden önemlisi şimdi
İslam Cumhuriyeti olmasının nedenini açıklamaya çalışmaktadır.
Kitap E. H. Carr'ın, biz tarihçilerio kaçınılmaz olarak geçmişi
kendi zamanımız üzerinden algıladığımız ve geçmişin neden ve
nasıl bugüne yol açtığını açıklamaya çalıştığımız görüşünü
paylaşmaktadır. Ancak bu önermenin bizim açımızdan ufak bir
sakıncası vardır -bunu Carr da kabul ederdi. Eğer bu kitap ya­
yımlanana dek dışarıdan gelen büyük bir saldırı sonucunda rejim,
hatta devletin tamamı "tarihin tozlu sayfalarında" kaybolmuş
olursa, o zaman kitabın yörüngesi bütünüyle yanlış tasarlanmış
gibi görünecektir. Bu tehlikeye rağmen riski göze almaya ve eğer
on tonluk goriller aniden sahneye dalmazsa, İslam Cumhuriyeti
yakın bir gelecekte yoluna devam edeceği, önermesinden hız ala­
rak çalışmaya karar verdim. Uzun vadede bütün devletler yok
XXVII

XXVlll MODERN i RAN. TARiHi
olur elbette. Benim ele aldığım dönem, Meşrutiyet Devrimi'nin
1890'ların sonlarındaki köklerinden başlayıp 2000'lerin başında
İslam Cumhuriyeti'nin gücünü pekiştirmesiyle sonra eren İran'ın
bitmek bilmeyen 20. yüzyılı.
Kitap profesyonel tarihçilere yönelik temel bir araştırma çalış­
ması olmadığı için akademik yayınların ağır donanımını kullan­
mayı gereksiz gördüm. Dipnotları ölçülü bir şekilde, yalnızca
doğrudan yapılmış alıntıları aktarmak, tartışmalı cümleleri belirt­
mek ya da gerekli konularda ayrıntı vermek için kullandım. Belir­
li başlıklarda araştırma yapmak isteyecek okurlara yönelik olarak
kitabın sonunda daha önemli, daha yeni basılmış ve daha kolay
bulunan, çoğu İngilizce kitapların bir dökümünü verdim.
Bu kitabı yazınam için bana zaman tanıyan başta Tarih Bölü­
mü olmak üzere Baruch Koleji'ne teşekkür etmek isterim. Ayrıca
bana bu ödevi üstlenmeınİ öneren ve ön çalışmalarından yayım­
lanmasına kadar metnin bütün süreçlerinde bana yol gösteren
Margold Adand'a teşekkür ederim. Metni düzeltiden geçiren
Amy Hackett'a, yayımianma sürecinde yardımlarını esirgemeyen
Helen Waterhouse'a da teşekkür borçluyum. Elbette kitapta kar­
şılaşılacak yanlışların ve görüşlerin tüm sorumlusu benim.

Li B YA
i
{
i
i
i
i
i
i
i
f
1
.. , .. ,
i
.. ,_
!'-·-------.. -�---' .. , ,
.. ,.. i
',..ı-.. -·
1
;
ÇAD
i
i
i
r .. -ı
...
r'
,)
!:
'

·-·1
l' .. ,
i.
SUDAN
· �c· TA;.ıv
ı....AH .:;., çiN .... _ \ ..... �.!: ,..., r"'· ,,. �
�-�,...... "; .!- \ .. j .. ,- \, .. -of\.. ;' TOftUAA.,..ı,...,.AOI
·� jl'' ·� •:•
r---. .i '-•ı�·
�.....
....�)-..l./ -'
J ·--·� \'
; \
.... , .;.J � (
\,._.) � ... � ..
i
:!!! ,..

� -t
•., -�
,..J
IRAN \· l!i'
. .-! . .....
; .
......_
L, -� . tPAKisTAii
o_,
..
_..
! -�'"'-'
..... ,:,.#·
......... OŞiıaz
. \
'
,.
i
Salale
UMMAN
DENiZi
HiNT OKYANUSU
Sokotra
Adası
200 400 800 800 1 000 km
200 400 SOO miles
Harita 1 İran ve Ortadoğu X
X
><

XXX
Harita 2 İran'ın bölgeleri

Giriş
Geçmiş yabancı bir ülkedir.
David Lowenthal
İran 20. yüzyıla öküz ve kara sabanla girdi. Yüzyıldan çıkar­
ken, çelik fabrikaları, dünyada en çok sayıda trafik kazasının ya­
pıldığı ülkelerden biri olma ünü ve pek çoklarını dehşete düşüren
bir nükleer programı vardı. Bu kitap 20. yüzyıl İran'ında yaşanan
korkunç değişimi anlatmaktadır. Bu dönüşümün başlıca lokomo­
tifi merkezi hükümet olduğuna göre, kitap daha çok devlete, onun
nasıl kurulup büyüdüğüne, bu büyümenin yalnızca politika ve
ekonomi değil, aynı zamanda çevre, kültür ve hepsinden önce, bü­
yük bir toplum üstündeki geniş yansırnalarına odaklanmıştır. Yan­
sımalardan bazısı tasarlanmıştı; ancak özellikle protesto hareket­
leri ve siyasal devrimler beklenmedikti. Devleti günümüz çelişkile­
rinin çözümü diye görmek yerine, onun doğası gereği sorunun bir
parçası olduğuna inanmış kimselere bu kitap biraz tuhaf, hatta
sinsi görünebilir. Ancak kitapta daha çok büyük dönüşümler ele
alındığına ve İran'daki bu dönüşümlerin hepsi merkezi hükümet
tarafından başlatıldığına göre, devleti yüceitici Hegel-Ranke tu­
zaklarına düşmemeyi umut ederek merkezi hükümet mercek altı­
na yatırılacaktır.
Yaşanan bütün değişimler boyunca İran'ın coğrafyası ve kimli­
ğinin değişmeden kalması dikkat çekicidir. Günümüzde İranlılar

2 MODERN iRANTARiHi
aşağı yukarı büyük dedelerinin yaşadıklarıyla aynı sınırlar içerisin­
de hayatlarını sürdürürler. Yüzölçümü Fransa'dan üç kat, Birleşik
Krallık'tan altı kat daha büyük olan bölgenin güneyinde Basra
Körfezi, doğusunda çöller ve Horasan'ın dağlarıyla, Sistan ve Be­
lucistan, batısında Irak bozkırları, Şattülarap ve Kürt dağları, ku­
zeyinde de Ağrı Dağı'ndan Hazar Denizi'ne akan Aras Nehri ve
Hazar Denizi'nden Orta Asya'ya uzanan Atrek Nehri yer alır. Ül­
kenin beşte üçü, özellikle de belli başlı yayiaları sürekli tarımı el­
verişli kılacak yağışlar almaz. Tarım yalnızca yağış alan Azerbay­
can, Kürdistan ve Hazar kıyılarıyla, başta sıradağların etekleri ol­
mak üzere ülkenin dört bir yanına dağılmış sulama yapılan köyler
ve vahalarla sınırlıdır.
Bütün ulusal kimlikler gibi İran'ınki de akışkan ve tartışmaya
açıktır. Buna rağmen İran'ın İran Toprakları'na (Zemin-i İran) ve
İran İli'ne (Şehr-i İran) bağlılığı değişmemiştir. İranlılar hem Şiilik­
le hem İslamiyet'le hem de başta Sasaniler, Ahamenişler ve Partlar
(Arşaklılar) olmak üzere İslamiyet öncesi tarihleriyle özdeşleşmiş­
lerdir. Ana-babaların çocukları için seçtikleri isimler de bunu ka­
nıtlar: Şiiliğin etkisi Ali, Mehdi, Rıza, Hüseyin, Hasan ve Fatİma;
şair Firdevsi ve onun Şehname'si aracılığıyla antik İran'ın etkisi İs­
fendiyar, Rüstem, Suhrab, Erdeşir, Gave (Kave), Behram ve Atus­
sa isimlerinde görülmektedir. 1 O. yüzyıla ait bu destan modern
çağda hala yaygın olarak okunur. Ulusal kimlik her ne kadar mo­
dern çağın bir icadı olarak görülse de Şehname'de İran'a yapılan
gönderme sayısı bini aşar ve destan başından sonuna İran ulusu­
nun tarihi olarak okunabilir. Diğer bazı Ortadoğu halklarında ol­
duğu gibi İranlılar arasında da ulusal bilincin modern çağdan çok
öncesine dayandığı görülmektedir. Elbette, bunun ifade ediliş
biçimleri ve konuyu dile getirenler değişmiştir.
Sürekliliklere rağmen 20. yüzyıl, İranlıların yaşamının neredey­
se bütün yönlerinde büyük değişiklikler meydana getirdi. Yüzyılın
başında toplam nüfus 12 milyonun altındaydı -yüzde 60'ı köylü,
yüzde 25-30'u göçebe, yüzde 15'ten azı da şehirliydi.1 Tahran
200.000 nüfuslu orta ölçekte bir şehirdi. Doğumdan sonra hayat­
ta kalma oranı olasılıkla üçte birden azdı, bebek ölümleriyse 1.000

GiRiŞ 3
doğumda 500 gibi yüksek bir rakarncia seyrediyordu. Yüzyılın so­
nunda toplam nüfus 69 milyona çıkmıştı. Göçebe nüfusun oranı
yüzde üçün altına düşmüş, kentsel dağılım yüzde 66'yı geçmişti.
Tahran artık 6,5 milyon nüfuslu bir rnega-kentti. Yaşarn süresi yet­
miş yıla ulaştı, bebek ölümleri binde 28'e düştü. Yüzyılın başların­
da okuma yazma oranı yüzde 5 dolaylarındaydı, bu da medrese,
Kuran kursu ve misyoner kuruluşları rnezunlarıyla sınırlıydı. Fars­
ça anlayanlar nüfusun yarısından azdı; geri kalanlar Kürtçe, Arap­
ça, Gilaki, Mazenderani, Beluçi, Luri gibi dillerin yanı sıra Azeri­
ce, Türkmence ve Kaşkay gibi Türkçenin lehçeleri konuşurdu.
Halk eğlenceleri yerel spor salonlarında (zurhane) yapılan atletik
gösterilerden; çay bahçeleri ve kahvehanelerde Şehname'den bö­
lümler okumaktan; Şah ailesinin resrnigeçitlerinden; meydanlarda
arada bir yapılan idarnlardan; hepsinden önemlisi de Şiilerin en
kutsal ayı olan Muharrem'de düzenlenen kendini kırbaçlama ritü­
elleri, taziye gösterileri ve yakılan şenlik ateşlerinden oluşurdu.
Yüzyılın sonuna gelindiğindeyse, okuryazarlık yüzde 84'e ulaşmış­
tır, yüksek öğretim kurumlarına kayıt yaptıranların sayısı 1,6 mil­
yonu bulur, 19 milyon öğrenci de ilk ve orta öğrenim kurumlarına
devarn etmektedir. Nüfusun neredeyse yarısı evlerinde "ana dille­
rini" konuşmayı sürdürse de, yüzde 85'ten fazlası artık Farsça ile­
tişim kurabilrnektedir. Halkın eğlence aracı daha çok futbol maç­
ları, sinema, radyo, gazeteler, videolar, DVD'ler ve televizyondur;
şehirdeki her haneye ve kırsal kesimin dörtte üçünün evine televiz­
yon girmiştir.
20. yüzyılın başlarında modern seyahat biçimleri daha yeni
başlıyordu; asfalt yollarla demiryollarının uzunluğu 340 kilomet­
reyi bile bulrnuyordu. Yabancı bir diplamata görekatır ve develer­
le yolculuk etmek olağandı, çünkü neredeyse "hiç tekerlekli taşıt"
bulunrnazdı.2 İran genelinde tek motorlu taşıt sahibi olma şerefi
şaha aitti. Yola çıkanlar en iyi koşullar altında Tahran'dan Teb­
riz'e kadar olan 563 kilometrelik mesafeyi 17 günde; Meşhed'e gi­
den 898 kilometre uzunluğundaki yolu 14 günde ve Buşir'e uza­
nan 1.126 kilometreyi 3 7 günde geçerler di. Gaz larnbaları, elektrik
ve telefon yalnızca Tahran'da yaşayan birkaç kişiyle sınırlı lüks bir

4 MODERN iRANTARiHi
tüketimdi. İngiliz ziyaretçilerden biri geçmişte özlemle şöyle yaz­
mıştı: "İran'da hiç şehir olmadığı gibi gecekondu da yok; buharla
çalışan sanayi de olmadığından beyni dumura uğratan, kalbi mah­
rum bırakan, yeknesaklığıyla vücudu ve zihni yoran mekanik zor­
balıktan eser yok. Ne gaz var ne elektrik, ama yağ kandillerinin
alevi daha hoş değil mi?"3 Yüzyılın sonunda yollar, elektrik siste­
mi ve doğalgaz ağı sayesinde ülke ulusal ekonomi içinde bütünleş­
mişti. Çoğu evde, hatta aile çiftliklerinde su akıyor, elektrik yanı­
yor, buzdolapları çalışıyordu. Ülkede 10.000 kilometrelik demir­
yolu, 59.000 kilometrelik asfalt kaplamalı yol ve 2,9 milyon mo­
torlu taşıt vardı artık, bunların çoğunun montajı ülke sınırları için­
de yapılmaktaydı. Uçakla gidenler bir yana, Tahran'dan yola çı­
kanlar ister otomobille ister trenle olsun birkaç saat içinde taşra
kentlerine ulaşabiliyorlardı.
Yüzyıl aynı şekilde günlük korkulara da büyük değişiklikler ge­
tirmişti. Dönemin başında ortalama bir insanın sürekli karşılaş­
maktan korktuğu tehlikeler yoldaki hırsızlada eşkıyalar; yaban
hayvanları, cinler, nazar, önünden geçen kara kediler; kıtlık, salgın
ve başta sıtma, difteri, dizanteri, verem, suçiçeği, kolera, frengi ve
grip olmak üzere bulaşıcı hastalıklardı. Yüzyıl sona ererken bu
korkuların yerini işsizlik, emeklilik, konut, elden ayaktan düşme,
kirlilik, trafik kazalan ve otomobil çarpmalan, kalabalık okullar,
üniversiteye girme yarışı aldı. İran tam anlamıyla modern dünya­
ya adım atmıştı. İranlı bir Rip Van Winkle 1900 yılında uykuya
yatıp da 2000'de uyandırılmış olsa çevresinde gördüklerine tü­
müyle yabancı kalırdı.
Bununla birlikte en göze çarpan değişiklik devletin yapısında
gözlendi. 20. yüzyıla girildiğinde devlet, devlet denebilirse elbet,
yalnızca şah ile onun maiyetindeki birkaç kişiden -bakanları, aile­
si, baba tarafından akrabaları-oluşmaktaydı. Şah ülkeyi zaten ol­
mayan bürokrasi ve düzenli ordu aracılığıyla değil aşiret reisleri,
toprak ağaları, üst düzey ruhani liderler ve zengin tüccarlar gibi
yerel ileri gelenlerle yönetirdi. Yüzyılın sonunda ise devlet ülkenin
her katınanına ve bölgesine nüfuz etmiş bulunuyordu. Yirmi tane
koskocaman bakanlık 850.000 devlet memuru istihdam etmektey-

GiRiŞ 5
di, ulusal ekonominin yüzde 60'ı bakanlıkların, yüzde 20 kadarı
da yarı resmi kuruluşların denetimi altında tutulmaktaydı. Bir o
kadar önemli bir başka değişiklik de artık devletin elinin altında
yarım milyonluk bir askeri gücün bulunmasıdır. Yüzyıllar boyun­
ca taşra vilayetlerinin yönetilmesineyardımcı olan ileri gelenlerden
geriye yalnızca ruhani sınıf kalmıştır. Devlet o denli büyümüştür
ki, kimileri ona "totaliter" der. Fakat totaliter olsun ya da olma­
sın, devlet öyle büyük bir sıçrama ve hamle yapmıştır ki artık ver­
gi toplama mekanizmasını, adaletin işleyişini ve sosyal yardımla­
rın dağıtımını olduğu kadar, organize şiddet kurumlarını da dene­
tim altında tutmaktadır. Böyle bir devlet İran'da hiçbir zaman gö­
rülmemişti. Yüzyıllardır devlet kelimesi şahlık yönetimi anlamına
gelmekteydi. Oysa şimdi modern anlamdaki devlet tanımıyla eştir.
Benzer dil değişiklikleri başka alanlarda da görülebilir. 19. yüz­
yılın sonunda Nasreddin Şah Şahenşah (şahlar şahı) Padişah, Ha­
kan ve Zillullah (Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi) olarak hüküm­
dar olmuştu. Saraylılar onu Adalet Dağıtıcısı, Yüksek Hakem,
Müminlerin Komutanı, Ahalinin Koruyucusu ve Cihanın Ekseni
diye selamlarlardı. Devlet onun hükümdar kişiliğinin yalnızca bir
uzantısıydı; hükümdar dünya çapındaki geleneksel bütün krallar
gibi egemen güçtü. 20. yüzyılın sonlarına doğruysa Ayetullah Ru­
hullah Humeyni daha yenilikçi unvaniara sahipti: Rehber-i İnkılab
(Devrim Önderi), Rehber-i Müstazafan (Ezilenlerin Önderi) ve
Bünyadger-i Cumhuriye İslam (İslam Cumhuriyeti'nin Kurucusu).
Onun "cumhuriyeti" yalnızca İran ve Şiilik adına hareket etmekle
kalmayıp, aynı zamanda "devrimci kitleler" için ve "menfur dün­
ya "ya karşı konuştuğunu iddia ediyordu; yüzyılın başında bunlar
anlaşılına yacak terimlerdi.
Siyasal söylem pek çok açıdan değişmiştir. Yüzyıl başlarken si­
yasal sözlükteki kilit sözcükler şunlardır: istibdad, saltanat, eşraf,
ayan, erbab, raiyyet ve tire (klan, kol)-bu sonuncu terim, bugü­
nün şehirli İranlılarına, en az klan sözcüğünün Viktorya dönemin­
de Londra'da yaşamış İskaçiara yabancı olduğu kadar yabancıdır.
Yüzyıl biterken kilit kavramlar demokrasi, çoğulculuk, modernite,
hukuk-ı beşer (insan hakları), camia-ı medeni (sivil toplum), müş-

6 MODERN iRANTARiHi
terek (halk katılımı) haline gelmiş ve bunlara yeni bir sözcük
olarak şehrvend (yurttaşlık) eklenmişti. Diğer bir deyişle, ortalama
İranlılar cinsiyet gözetmeksizin artık kendilerini yalnızca hüküm­
cların tebaası olarak değil, ulusal politikaya katılma hakkından
vazgeçmeyecek tam yurttaşlar olarak görmektedirler. 1990'larda
yetişkin nüfusun yüzde 70'inden fazlasının ulusal seçimlere düzen­
li olarak katılması hiç de şaşırtıcı olmasa gerek.
Ulusal bilincin oluşturulmasına yardım eden iç içe geçmiş iki
öğe olan İrancılık ve Şiilik kavramlarının anlamları da 20. yüzyıl
boyunca değişim geçirdi. Yüzyıllar boyunca sağduyu sahibi kimse­
ler Şehname'yi şahla Farsça arasında köprü kurarak ve İran'ın ya­
nı sıra eski Pers hanedanlıklarının destansı başarılarını överek mo­
narşiyi meşrulaştıran bir eser olarak görmüşlerdi. Başka türlü söy­
lersek, Şehname İran'ın kimliğinin monarşi kurumundan ayrıla­
maz olduğunun destansı kanıtıydı; şah olmazsa, İran da olmazdı.
Fakat 1979 devrimine gelindiğinde bu destanın şahları övmek de­
ğil onları lanetlernek amacıyla yazıldığı tartışılıyordu, çünkü kah­
ramanları sarayın dışından kimselerdi, ayrıca şahların çoğu ahlak­
sız, zorba ve kötü kişiler olarak tasvir edilmişti. Hatta bir yazar
Şahlar Kitabı'nın adının İsyanın Kitabı diye değiştirilmesini dahi
savundu.4 Ne de olsa, diyordu, başkahramanı Demirci Gave zor­
ba şaha karşı isyan bayrağını kaldırmıştı.
Şiilikteki değişiklikler daha da geniş kapsamlıydı. Eskiden Şiilik
genelde muhafazakar , sessiz ve siyaset dışı öğretileri desteklerdi. Bu
dünyadan çok öbür dünyanın işleriyle, ruhla, kişisel davranış ve
ahlak konularıyla ilgilenirdi. Kutsal takvimde en büyük etkinlik
-Muharrem ayındaki Aşura-İmam Hüseyin'in Tanrı'nın önceden
belirlenmiş iradesini yerine getirmek amacıyla bilerek ve isteyerek
gittiği Kerbela savaşında şehit düştüğü İ.S. 680'deki günü anmak­
tı. Şiiler'in Kerbela, Aşura ve Muharrem'i anmaları Katalik gele­
neklerinde İsa'nın Golgota Tepesi'ndeki çilesinin (çarmıha gerilme)
anılmasına benzer. Dahası, Safeviierin Şiiliği İran'ın resmi dini
yaptıkları 1501 yılından beri hem onlar hem de halefieri ki buna
Kaçar hanedanlığı da dahildi, kendileriyle tebaa arasındaki uçuru­
mu kapamak ve dışarıdaki Sünni dünyaya -batıda Osmanlılara,

GiRiŞ 7
kuzeyde Özbeklere ve doğuda Paştunlara- karşı kendi tebaaları
arasındaki bağları güçlendirmek için sistematik olarak Muhar­
rem'i kullanmışlardı.
Ancak 1979 devriminin patlak vermesiyle birlikte Şiilik saygılı
ve muhafazakar bir din olmaktan çıkıp köktenci bir ideoloji hali­
ne gelecek kadar çok değişim geçirerek büyük ölçüde siyasallaşmış
bir öğretiye dönüştü. Muharrem'in ana mesajı artık sosyal adalet
ve siyasal devrim uğruna dövüşrnek diye yorumlanıyordu. Slogan
şöyleydi: "Her Ay Muharrem, Her Gün Aşura, Her Yer Kerbela."5
Tablo ı Önemli İstatistikler
ı900-06 2000-06
Toplam nüfus ı2 milyon 69 milyon
Kent nüfusu (genel nüfusa oranı) %20 %66
Göçebe nüfus (genel nüfusa oranı) %25-30 %3
Tahran 200.000 6,5 milyon
Doğumda yaşama beklentisi 30 70
Bebek ölümleri (bin bebekte) 500 30
Okuryazarlık (6 yaş üstü) %5 %84
Hükümet bakanlıkları
4(9) 25(2ı)
Eyalerler 8 30
Hükümet harcamaları 8,2 milyon $ 40 milyar$
Devlet memurları 850.000
Silahlı kuvvetler 7,000 508.000
Devlet okulllarına kayıtlı olanlar 2.000 ı9 milyon
Üniversitelere kayıtlı olanlar o ı,7 milyon
Asfalt yolların uzunluğu 325 km 94.ıoo km
Motorlu taşıtlar ı 2,9 milyon
Demiryollarının uzunluğu ı2km ıO.OOO km
Elektrik üretimi (kws) o ı29 milyar kw
Telefon o ı5 milyon
Radyo veri yok ı8 milyon
Televizyon veri yok 5 milyon
Halk sinemaları veri yok 311
İnternet kullanıcıları veri yok 4,3 milyon
Günlük gazete satışı ıo.ooo 2 milyon
Yeni kitaplar 23.300
Halk kütüphaneleri 3 1.502

8 MODERN iRANTARiHi
Artık İmam Hüseyin'in Kerbela'ya Tanrı'nın iradesini yerine getir­
mek için değil, "nesnel koşulların" kendisine başarılı bir devrim
gerçekleştirme fırsatı verdiği sonucuna vardığı için gittiğine inanı­
lıyordu.6 Kimileri onu Che Guevara'nın ilk günlerine bile benzeti­
yordu.7 Muhafazakarlar böyle fikirleri anlamakta zorluk çekmek­
tedir. Şiilik, tıpkı İrancılık gibi kimlik dili olmayı sürdürse de ger­
çek içeriği korkunç bir değişikliğe uğramıştır.
Bu kitap 20. yüzyıl İran'ını kapsamakta ve 19. yüzyıldan bugü­
ne nasıl geldiğimizi açıklamaya çalışmaktadır. Bir yanda, merkezi
devletin kurulmasının toplumun alt tabakalarında yarattığı baskı­
ları; diğer yanda, alt tabakadan gelen baskıların devleti nasıl değiş­
tirdiğini büyük çaplı iki devrim içerisinde ele almaktadır. Devlet
bir yandan toplum üzerinde giderek güç kazanırken, çeşitli siyasal
grupların belli sosyal gruplarla özel bağlantıları nedeniyle kendi de
farklılaşmıştır. Kitap aynı zamanda genel anlamda toplumun siya­
sal kültürüne olduğu kadar devletin resmi ideolojisine de yansıdı­
ğı kadarıyla ekonomik ve sosyal değişim, sosyal ve kültürel deği­
şim, kültürel ve siyasal değişim arasındaki yakın ve karmaşık di­
namikleri ele almaktadır. Bu kitap, Weber'ci manada, patrimonial
düzenin yerine merkezin çevreye egemen olduğu bürokratik devle­
tin nasıl konduğunun anlatısıdır. Hane düzeni önce yerini şah is­
tibdadına, arkasından da paradoksal olarak yurttaşların vazgeçil­
mez haklar iddia ettiği modern bürokrasiye bırakmıştır. Tönnies'ci
manada, cemaatten ( Gemeinschaft) topluma ( Gesellschaft); gele­
nek, görenek ve akrabalıkla yönetilen dolaysız küçük topluluklar­
dan bürokrasinin, piyasanın ve sanayi üretiminin kişiler üstü güç­
leriyle yönetilen büyük ulus-devlete geçişi anlatır. Marksist anlam­
da ise, feodalizmden devlet kapitalizmine; ücra köylerle aşiretlerin
dağıldığı gevşek örülmüş coğrafi bölgelerden devlet içindeki sınıf­
ların iktidar peşinde koştuğu kentleşmiş ve bütünleşmiş (entegre)
ekonomiye geçişin izleri sürülmektedir. Devlet artık toplumun ba­
şında bekleyen bağımsız bir varlık değil, toplumu ağ gibi sarmış
büyük bir tüzel kişiliktir. Braudel'ci manada, siyasal olayların yü­
zey tabakasını aydınlatan kıvılcımlar, "havai fişekler" kadar popü­
ler zihniyetler üzerinde yaptığı derinden ve ağır hareket eden kay-

GiRiŞ 9
maları araştırmaktadır. Foucault'cu manada, kitap, alışılmadık
"söylemlerin" ortaya çıkmasının eskiyle yeni arasında nasıl bir ge­
rilim yarattığını, dolayısıyla hem Şiiliği hem de İrancılığı çarpıcı
bir biçimde nasıl değiştirdiğini anlatır. Kısaca, bu kitap, yalnızca
siyasal ya da toplumsal tarihi ortaya koymakla kalmayıp Eric
Hobsbawm'un da hedefi olan, bütün toplumun tarihini gözler
önüne sermeyi amaç edinmektedir. 8

"Hanedanlık Zorbaları": Kaçarların
Egemenliğinde Devlet ve Toplum
Bunu belleğimizden çıkaramadığımız hükümdarlıkların iki ayrı yöntemle
yönetildiğini söyleyerek açıklayacağım: Ya bir hükümdarın ve onun gösterdi­
ği kayra ve verdiği izinle bakanı olarak görevlendirdiği emir kullarıyla yönetti­
ği hükümdarlıklardır ya da gene bir hükümdar ve bu kez hükümdarın kayrası
değil, kalıtsal yoldan o unvana ulaşmış derebeyieriyle birlikte yönettiği hüküm­
darlıklardır. Baronların kendilerine özgü mülkiyetleri ve kulları vardır. Kullar
derebeylerini kendi hükümdarları olarak bilir, tanırlar ve doğal bir sevgiyle on­
lara bağlıdırlar. Hükümdar ve kullarıyla yönetilen hükümdarlıklarda hükümdar
çok daha fazla yetkeye sahiptir, çünkü tüm ülkede en büyük odur, ondan da­
ha büyüğü yoktur. Ve eğer birilerine saygı duyuyorlarsa, duydukları saygı bir
devlet büyüğüne duydukları saygıya denktir ve sevgiden yoksun kuru kuru bir
saygıdır.
Bu iki ayrı yönetim biçimine vereceğimiz örneklerden biri Türklerin, öteki
Fransızların yönetim biçimidir.
Hükümdar, Nicol6 dei Machiavelli
(Çeviren: Necdet Adabağ)

12 MODERN iRAN TARiHi
Kaçar Devleti
Kaçarlar 19. yüzyılda Avrupalıların gözünde "Doğu despotla­
rı"ydı. Öte yandan despotizmleri esas olarak sanal bir gerçeklik
içinde kendini göstermişti. Teoride şiddet, idare, vergilendirme
ve yargılama araçları şahın tekelindeydi. Onun sözü kanun de­
mekti. Mahkeme başkanlarından, genel valilere ve aşiret reisleri­
ne, köy ve mahalle muhtarlarına kadar bütün memurları o atar,
o azlederdi. Terfiler ve tenzil-i rütbeler ondan sorulur, nişan ve
unvaniarı o dağıtır, yine o geri alırdı. Ülkeyi kendi özel arazisi gi­
bi idare ederken her şeyin kendi mülkü olduğunu iddia ederdi.
Ülkeyi kendi gözleriyle gören ve Hindistan Bürosu arşivlerinden
sıkça yararlanan Lord Curzon, Persia and the Persian Question
adlı ünlü yapıtında, şahın "kamu hayatını döndüren çarkın mer­
kezi" olduğu ve "hükümetin yasama, yürütme ve yargı görevle­
rini" kendinde topladığı sonucuna varmıştı.1 Oysa şahın yetkisi
aslında oldukça sınırlıydı, onu sınıriayansa devlet bürokrasisin­
den ve düzenli ordudan yoksun olmasıydı. Şahn gücü kendi baş­
kentinin dışına çıkmazdı. Dahası, yerel düzeyde bölgenin ileri ge­
lenlerince desteklenmedikçe otoritesinin fazla bir ağırlığı da bu­
lunmuyordu. Yakın tarihte yapılan bir araştırmada belirtildiği gi­
bi "Kaçarlar, ismi anılmaya değer ancak birkaç devlet kurumuna
sahipti;" ayrıca "tebaalarıyla başa çıkmak için bölgenin ileri ge­
lenlerine bağımlı olmak" dışında bir seçenekleri bulunmuyordu.2
Machiavelli'nin çizdiği şemaya göre, şah Osmanlı padişahından
daha çok Fransız kralına benzerdi. Türkçe konuşan bir aşiretler
topluluğu olan Kaçarlar, 1780-90 yıllarında ülkeyi parça parça
ele geçirdiler, 1786'da Tahran'ı başkent yaparak, 1796'da hane­
danlıklarını kurdular ve bir yüzyıldan fazla sürecek bir saltanat
idare ettiler. Devletin merkezini vezirler (bakanlar), darbariler
(saraylılar), mirzalar (beyler), mustavfiler (muhasebeciler) ve eş­
raf (soylular) yönetir, bunlara su/tani, devletli ve memaliki gibi
unvanlar verilirdi. Buna karşın ülkenin geri kalanı ayan (ileri ge­
lenler) aracılığıyla yönetilirdi ve hanlar (aşiret şeyhleri), erbablar
(toprak sahipleri), tüccarlar (zengin iş adamları) ve müctehidler

KAÇARLARlN EGEMENLiGiNDE DEVLET VE TOPLUM 13
(dini !iderler) bu gruba dahildi. Bu ileri gelenler kendi bölgelerin­
de iktidar alanına sahipti. Devlet kurumları oluşturmak için ya­
rım yüzyıl süren yarı gönüllü çabalar yeterli gelmeyip Nasreddin
Şah'ın uzun süren hükümdarlığı 1896'da sona erdiğinde, geriye
yalnızca bir merkezi hükümet iskeleti bırakabilmişti. Devlet, do­
kuz küçük tüzel kuruluştan, diğer bir deyişle bürokrasisi olma­
yan dairelerden ibaretti. Yeni kurulmuş beş bakanlık (içişleri, ti­
caret, maarif ve vakıflar, bayındırlık ve güzel sanatlar ile posta ve
telgraf) yalnızca kağıt üzerinde varlık göstermekteydi. Diğer dör­
dü (savaş, maliye, adalet ve dışişleri) ise daha eski olmalarına
rağmen maaşlı kadrolardan, bölge dairelerinden, hatta kalıcı bir
dosyalama sisteminden dahi yoksundular. İşin aslı bir tek adları
vardı.
Bakanlıkların az sayıdaki personeli Kaçarların ilk dönemlerin­
den -bazıları 17. yüzyılda Safeviler zamanından-beri benzer
mevkilere getirilmiş katip aileleri arasından atanırdı.3 Resmi evra­
ka özel belgeleri gibi muamele eder; monarşik idare onlara düzen­
li maaş vermediği için mevkilerini satın alınacak ve başka katip
ailelerine satılacak bir gelir kaynağı olarak görürlerdi. Nasreddin
Şah onların kurumsal kimliklerinin belli olması için "kalem ehli"
külah giyecek buyurmuştu; bu, gri renkte yuvarlak bir başlıktı.
Bu sayede yüzyılın sonunda siyah, beyaz veya yeşil sarık takan
ulema, seyyidler, tüccarlar ve hacılardan ayırt edilmeleri kolay
oluyordu. Külah sayesinde kırmızı fes takan rakip Osmanlı İmpa­
ratorluğu memurlarıyla da karıştırılmıyorlardı. "Kalem ehli"
önemli bir terimdi. Perslere özgü bir tür olan "hükümdarlara
tutulan ayna (mir'b-t)" edebiyatı aracılığıyla eski Zerdüşt ve Yu­
nan düşüncesinden gelirdi. Bu edebiyat halkı, her biri doğadaki
dört temel elementi ve insan vücudundaki dört "mizacı" temsil
eden dört sınıfa ayırırdı. "Kalem ehli" havayı; "kılıç ehli" ateşi;
"ticaret ehli" suyu; "hayvancılık ve köylülük ehli" de toprağı
temsil ediyordu. Hükümdarsa, başlıca görevi insan vücudundaki
dört ana mizaç arasında sağlıklı bir denge kurmak olan "hekim"
olarak tasvir edilirdi. Zaten "adalet" de sağlıklı dengenin korun­
ması anlamına gelmekteydi. 4

14 MODERN iRANTARiHi
Dört kurumun en eskisi ve en sağlaını olan Maliye Bakanlı­
ğı'nın kadrolarına hem merkezden hem de vilayet başkentlerin­
den babalarının bıraktığı ınİrasla mustavfi (muhasebeci) ve müşir
(ka tip) olan kimseler atanırdı. Bakanlığın idaresi, 19. yüzyıldan
1920'lere kadar, babadan oğla devredilerek, kökeni Safeviiere da­
yanan Mustavfi'l-Memalik ailesinin elinde kalmıştı. Yüksek mev­
kideki diğer aileler, ki bunların çoğu ya İran'ın ortasındaki Aştİ­
yan bölgesinden ya da Mazenderan'daki Nur şehrindendi, valile­
re vergi tahsilatında yardımcı olurlardı. "Hükümetin alacaklarını
tahsil eden" anlamına gelen mustavfi terimi ifa ve estefa sözcük­
lerinden türetilmişti. Ülke otuz sekiz vergi bölgesine ayrılırdı,
1910'lara gelindiğinde bu sayı on sekize indi. Her bölge için Nev­
ruz'da (yeni yıl) "ihale" açılır, kazanan kişiye -çoğu zaman en
yüksek peşkeş verenkazanırdı-gelecek yıla kadar yerel vali oldu­
ğunu gösteren resmi giysiyle birlikte resmi bir ferman da verilirdi.
Böylelikle toprak vergisini (maliyet) toplama yetkisini sağlayan
bir tırnar (tuyul) sahibi olurdu, bu sistem merkezi hükümetin baş­
lıca gelir kaynağıydı. Tuyul bazen toprak vergisine, bazen de top­
rağın kendisine bağlı karma bir tırnar sistemiydi. Tuyul sahibi va­
liler, makbuzları onaylaması gereken ve eski zamanlardan beri
vergi matrahlarının kaydını tutan mustavfiler ile de, vergi tahsila­
tını aksatabilecek bölgenin ileri gelen kimseleriyle de işbirliği için­
de çalışmak zorundaydılar. Mustavfiler bir yandan da giderek za­
yıf düşen devleti ve tırnar topraklarını idare ederlerdi. Bir tarihçi­
nin sözleriyle, "hükümet vergi toplamak için gereken idari meka­
nizmadan yoksun olduğundan, 1923 yılında bile vergi toplama
işini ihale etmeye devam ediyordu. "5 1910'da Maliye Bakanlığı'nı
yeniden yapılandırmak üzere göreve getirilen Morgan Shuster ad­
lı bir Amerikalı biraz küçümser bir yaklaşımla da olsa, karmaşık
mustavfi sistemini şöyle anlatmaya çalışmıştı:6
iran'da hiçbir zaman devletin desteğine güvenebileceği gelir kaynaklarını
gösteren, kusurlu da olsa tam bir vergi kaydı ya da "Defter-i Kebir'' tutulma­
mıştır. i ran vergi açısından on yedi ya da on sekiz bölgeye bölünmüştür, bun­
ların her birinin idari merkezi büyük bir şehir veya kasabad ır ... Bu vergilerin ne

KAÇARLARlN EGEMENLiGiNDE DEVLET VE TOPLUM 15
kadarının vilayet içerisindeki birinci sınıf bölgelerden gelmesi gerektiği konu­
suysa yalnızca Tahran'daki kimi baş mustavfilerin ya da "resmi muhasebeci­
lerin" kafasında belirsiz bir fikir halindedir; merkezi hükümet ise gelir kaynak­
ları hakkında hiçbir şey bilmez ... Baş tahsildarın elinde vilayet kitapçası adı
verilen bir defter vardır, onun altındaki tahsildarların her biri de kendi sorum­
luluklarındaki kesimin kitapçalarını tutar. Bu defterler Farslara özgü garip bir
tarzda tutulan küçücük kağıt parçalarıdır, yaprak yapraktırlar, tahsildar çoğu
zaman onları kendi cebinde veya yanında taşır. Sıradan bir Persli ne yazdığı­
nı zor anlasın, hatta anlamasın diye özellikle kargacık burgacık yazılardır
bunlar. iran'da kaç kuşaktır mustavfiler diye bilinen belli bir sınıfa mensup
adamlar vardır. Mustavfilerin işi ya da mesleği genellikle babadan oğla geçer.
Bu adamlar kitapçaların yazılma tarzını ve yerel vergileri hesaplama ve topla­
mada uygulanan karmaşık, çapraşık sistemi anlarlar. ister vi layetin baş tahsil­
dan olsun ister vergi bölgesinin tahsildarı, ilgili kitapçayı devletin mülkü olarak
değil de kendi kişisel malı olarak görür. Eğer biri kalkıp da ayrıntılarına girme­
ye veya vergilerin nereden geldiğini bulmaya ya da kendine ne kadar pay
ayırdığını öğrenmeye kalkarsa ona fena halde sinirlenir. .. Demek ki iran'daki
merkezi hükümet toplamayı beklediği gelirler hakkında ya da iran halkı ara­
sındaki vergi paylaşımının adaletli mi, yoksa adaletsiz mi yapıldığı hakkında
çok az bilgiye sahiptir.
Curzon 1890'lı yıllarda yıllık devlet gelirlerinin en fazla 52,4
milyon kran (8,2 milyon dolar) olduğunu hesaplamıştı, bunun
yüzde sekseni toprak vergisinden geliyordu. Geri kalan yüzde yir­
mi de darphane ve telgraf sisteminden gelen gelirlerdiJ Harcama­
lar daha çok saray içinyapılırdı-oradaki adar ve seyisler, atölye­
ler, muhafızlar, süvariler ve lojmanlar için. Ayrıca devlet ambarla­
rıyla din bilginleri ve aşiret reisierine yapılan harcamalar da olur­
du. 43 milyon kranlık tutarın 3 milyonu "hükümdarlık konutu"
için, 5 milyonu şah muhafızları, 2 milyonu eşraf lojmanları, 1,5
milyonu din bilginleriyle muhasebeciler, 600.000'i Kaçar hanları,
1 milyonu da Dışişleri Bakanlığı için harcanırdı. Curzon'a göre
bunlardan sonuncusu tam kadrolu personeli olan tek kurumdu. İs­
tanbul, Londra, Paris, Berlin, Viyana, Sen Petersburg, Washington,
Antwerp ve Brüksel'de daimi temsilcilikleri bulunmaktaydı. Ayrı-

16 MODERNiRAN TARiHi
ca İran içerisindeki vilayetlerde de temsilcilikleri vardı -amaç ye­
rel valileri gözetim altında tutmaktı.
Savaş Bakanlığı 200.000 kişilik kudretli bir orduya sahip ol­
duğunu iddia ediyordu. Oysa gerçekte, disiplinli ve tam maaşlı
düzenli ordu yalnızca 8.000 kişiden ibaretti. Bu kuvvet Tah­
ran'ın başlıca gösteri alanı olan Atış Meydanı'nda teşhir edilen
eski zamanlardan kalma dört topa sahip 5.000 kişilik topçu
birliğinden ve 1879'da 4.000 kadar Gürcü köleden kurulu gele­
neksel saray muhafızlarının yerini alan 2.000 kişilik bir Kazak
Tugayı'ndan oluşuyordu. Bu Kazak askerlere Ruslar komuta
ederdi; fakat erbaşların bir kısmı Şahseven aşiretinden, bir kısmı
da 1820'lerde Ruslardan kaçıp Erivan'a gelmiş Türkçe konuşan
muhacirler arasından seçilirdi. Pek çoğu askeri hizmetin karşılı­
ğında Mazenderan'daki verimli Sefid Rud bölgesinden tırnar
alırdı.8 Saray muhafızları Kaçar ailesine damat girmiş ve İsfahan
dışındaki Çalıarınahal bölgesinden tırnar alan kendi beylerinin
komutasındaki 100 kadar Bahtiyari ile takviye edilmişti. İsfahan
Beyi Zillü's-sultan gibi genel valilerin kendilerine ait muhafız kı­
taları vardı.
Kağıt üzerindeki 200.000 kişilik ordunun çoğu başlarında ken­
di reisieri olan aşiret birlikleriydi.9 1870'li yıllarda Avrupa ordula­
rı yeni çıkan arkadan dolma tüfeklerle donatılırken, İran ordusun­
da Avrupalıların ıskartaya çıkardığı, ucuza alınmış ve miadı dol­
muş ağızdan dolma tüfekler vardı. Eritanyalı bir seyyahın gözlem­
lediği üzere, "Şahın ve soylu valilerinin özel koruması olmaktan
öteye geçemeyen düzenli ordu dışında Şahlığın bütün askeri gücü­
nü bu aşiretler oluştururlardı.10" Üstüne üstlük, yüzyılın sonunda
başlıca aşiretler arkadan dolma silahlar edinerek merkezi hükümet
karşısında göreli daha güçlü bir duruma gelmişlerdi. Eritanyalı zi­
yaretçilerin aktardığına göre, silah kaçakçıları Eahtiyarilere, Kaş­
kayilere, Euyer Alımediler ve Türkmenlere, Şahsevenlere, Arapla­
ra ve Eelucilere kaçak yollardan modern tüfekler sağladıkları Kör­
fez'de çok faaldiler.11 Genel görüş bu aşiretlerin ellerindeki silah­
larla artık "düzenli orduyu" alt edebilecekleri yönündeydi.ı2 Nas­
reddin Şah, "Ne doğru dürüst bir ordum var ne de düzenli ordu-

KAÇARlARlN EGEMENLiGiNDE DEVLET VE TOPLUM 17
ya teslim edilecek cephanem" diye yakınırdı.l3 Aynı şekilde, em­
rindeki bakanlardan biri olan Eminü'd-devle, "Eski İran tahtının
varisieri münasip bir ordu kurana kadar başlarını dik tutamazlar"
diye belirtmişti.14
1834 yılından beri var olmasına rağmen, Tahran dışında Ada­
let Bakanlığı'nın esamesi okunmuyordu. Baş muhasip olan Ab­
dullah Mustavfi özlemle yad ettiği anılarında toplumun merkezi
hükümetin müdahalesine gerek duymadan hukuki sorunlarını
kendi başına çözmeyi başardığından söz etmişti. 15 Aşiretlerin
içinde adaleti sağlayanlar klanların şefleri; köylüler arasında köy
kahyalan (kethüda), köyün ihtiyar heyeti ve toprak ağaları; esnaf
ve taeider arasında da bağlı oldukları loncalardı. Büyük şehirler­
de resmi hukuk sistemi belirsiz bir şekilde şeriat ve örf mahkeme­
leri olarak ikiye ayrılmıştı. İlkinin başında kadılar ve babadan
oğla şeyhülislam olanlar; ikincisinde de devletin atadığı hakimler
vardı. Şeriat mahkemeleri hukuki ve kişisel davalara; örf mahke­
meleri de devlete karşı işlenmiş suçlara bakardı. Bunlara haydut­
luk, fesatlık ve kafidik kadar hırsızlık ve sarhoşluk da dahildi.
İkinci tür mahkemeler de kararlarını şeriata, emsal teşkil eden
davalara, mantığa, kanıtlara, devletin çıkarlarına, hatta yerel gö­
reneklere dayandırabilirlerdi. Aslında örf kavramı geleneği ifade
ettiği kadar devlet hukukunu da ifade edebilirdi. Örneğin Cur­
zon, onu İngilizcedeki "ortak hukuk" kavramıyla anlamdaş gör­
müştü. Teoride, yalnızca şah ve yakın temsilcileri, yani Şahi han­
çeri taşıyan soylu valiler can alma yetkisine sahipti. Uygulama­
daysa, adli kararların çoğu, hatta ölüm kalım meseleleri bile ye­
rel yetkililere bırakılırdı. Dahası, Adalet Bakanlığı'nın bütçesi öy­
le cılızdı ki yüzyılın sonlarına gelindiğinde bile, taşra daireleri an­
cak noter pulları satarak ayakta kalabiliyorlardı.ı6
Eritanyalı diplomat, Kaçarların, yaşam ve ölüm üstündeki son
karar verme yetkisi kağıt üstünde kendi ellerinde kaldığı sürece,
adli konuların çoğunu kadılara, aşiret reislerine, köy muhtarları­
na ve !onca erbabına bırakmaya istekli olduklarını gözlemiştiY
Hükümetin kısıtlı denetim araçlarına sahip olmasına rağmen,
dehşet sahneleri ortaya koymak için idam sehpaları kurmaktan

18 MODERN i RAN TARiHi
geri almadığı bir ülkede bu hiç de önemsiz bir durum sa yılmazdı.
1873-1904 arasını kapsayan bir günlükte yazdığına göre, vilayet
başkenti Şiraz'da 82 kişi uluorta idam edilmiş, bunlardan 48'inin
boynu vurulmuş, 17'si asılmış, 11 'i atlarla çekilerek dörde bölün­
müş, 4'ü diri diri gömülmüş, 2'sinin de karnı deşilmişti. Ayrıca
41'inin parmak, 39'unun ayak ve 38'inin kulak olmak üzere 118
kişinin organları kesilmiş; kırbaçlanan 11 O kişiden 11 'i can ver­
mişti. Günlükte bu gösterilerin hem zat-ı şahanenin gücünü halka
sergilemek hem de suç işleyeceklerin "bilhassa kır eşkıyalığına me­
yilli göçebe aşiretlerin" gözünü korkutmak üzere düzenlendiği be­
lirtilmektedir. ıs
Yeni bakanlıklar da mütevazıydı. İçişleri Bakanlığı 1873 yılın­
da Tahran'da bir polis kuvveti kurmak için bir Avusturyalı, bir de
İtalyan subayı işe almıştı. 1900'de Nizarniye diye bilinen bu
kuvvetteki polis sayısı 460'ı geçmiyordu. Eğitim Bakanlığı kısıtlı
kaynaklarının çoğunu 1852'de ordudave devlet hizmetinde görev
yapacak personeli eğitmek amacıyla kurulmuş bir yüksekokul
olan Darü'l-fünun için harcamıştı. Buraya "ayan, eşraf, hanlar ve
zengin ailelerin oğullarının" alınması konusunda kesin talimat ve­
rilmişti. 1900 yılına gelindiğinde 300 öğrencisi bulunmaktaydı.
Öğretmenlerden biri, "Bu şımarık çocuklara bir şey öğretmenin
çöldeki yaban hayvanlarını düzene sokmaktan farksız olmasın­
dan" yakınıyordu.19 İngiliz ve Rus etkisini dengelemek adına eğit­
ınenierin çoğu Fransa'dan getirilirdi. Ticaret Bakanlığı'nın etki
alanı Hazar Denizi ve Basra Körfezi'ndeki birkaç !imanla sınırlıy­
dı. Posta ve Telgraf Bakanlığı -ki 1910'lu yıllara kadar "sahibi"
Muhbirü'd-devle ailesiydi-kağıt üstünde hem 1876'da kurulan
posta sisteminden hem de Tahran'la Bombay arasında haberleşme
sağlanması için 1856'da Britanyalılar tarafından getirilen telgraf
tellerinden sorumluydu. 1900'lerde telgraf sistemi Tahran'la bütün
taşra vilayetleri arasındaki haberleşmeyi sağlayacak kadar genişle­
mişti. Ne var ki bu hatlardan bazısı Ermenilerin çalıştığı bir Bri­
tanya firmasının idaresindeydi. Polis kuvvetinin kuruluşunda
çalışan İtalyan subayın anlattığına göre, "Sadece Ordu, İçişleri ve
Dışişleri Bakanlıkları resmi kurumlara benzer. Diğerlerinin ne dai-

KAÇARLARlN EGEMENLiGiNDE DEVLET VE TOPLUM 19
mi bir mekanı ne daimi kadroları ne de daimi bütçeleri vardır. Ba­
kanlar, yanlarında evrak taşıyan müstahdemleriyle oradan oraya
dolaşırlar. "20
Nasreddin Şah'ın son yıllarında en çok nüfuz sahibi olan altı
kişi Curzon'un saptamasma göre şunlardı: Gelenek uyarınca
stratejik açıdan çok önemli Azerbaycan vilayetini yöneten veliaht
Muzaffereddin; İsfahan'ı yöneten ve bir süreliğine Fars, Kürdis­
tan, Arabistan ve Luristan'ı da yönetmiş olan şahın kudretli oğlu
Zillü's-sultan; şahın üçüncü oğlu, itibari olarak hem Ordu Baka­
nı hem de Başkomutan (Emir-i Kebir) olarak askeriyeye komuta
eden Tahran Valisi Karoran Mirza (Naibü's-sultan) -aynı zaman­
da gelecekte Muhammed Ali Şah olacak adamın kızıyla evliydi-;
Maliye ve İçişleri Bakanı, Basra Körfezi'ndeki limanların valisi ve
Sadrazam (Başbakan) olan Gürcü bir kölenin torunu Eminü's­
sultani; Eminü's-sultani'nin baş rakibi olduğu kabul edilen Emi­
nü'd-devle adında bir başka Gürcü; ve son olarak şahın kayınbi­
raderi ve Adalet Bakanı, aynı zamanda liberal görüşlü bir mus­
tavfi olan, oğullarını Avrupa'ya öğrenime göndermiş ve Tah­
ran'da Siyasal Bilimler Fakültesi'nin açılmasına katkılarda bu­
lunmuş Müşirü'd-devle.21 Babasının unvanını alan Müşirü'd-dev­
le'nin en büyük oğlu Meşrutiyet Devrimi'nde önemli bir rol oy­
nayacaktı. Diğer kabine görevlerini yerine getirenler de şöyleydi:
Şahın damadı olan, Posta ve Telgraf Bakanı, aynı zamanda Eği­
tim ve Vakıflar Bakanlığı'nın da işlerini gören Muhbirü'd-devle;
Kazvin Valisi olmasından başka Ticaret Bakanı da olan şahın en
büyük ağabeyi Abbas Mirza. Yine büyük vilayetlerden Hora­
san'ın valisi Rüknü'd-devle de şahın kardeşlerindendi. Bu valile­
re yalnızca nihai otoritenin sembolü Şahi hançer emanet edilmek­
le kalmaz, aynı zamanda acil durumlar için devlet ambarlarının
dolu turulmasını sağlama sorumluluğu da verilirdi. Nasreddin
Şah oğlunu Tahran Valisi olarak atarken, eğer başkentte gıda kıt­
lığı baş gösterirse, bundan kendisinin sorumlu tutulacağı ve
"böyle hayati bir meselede şahın oğluna bile iltimas edilemeyece­
ğini" bütün dünya görsün diye falakaya çekileceği konusunda
onu uyarmıştı.22

20 MODERN iRANTARiHi
Merkezi bürokrasiden yoksun Kaçarlar yerel düzeyde ileri ge­
lenlere, diğer bir deyişle aşiret reislerine, ruhani liderlere, büyük
tüccarlara ve büyük toprak ağalarına güvenirlerdi. İster şehir ol­
sun ister köy ya da aşiret bölgesi, çoğu yörelerde oranın seçkinleri
bir yandan merkezle bağlantı kurar, diğer yandan da kendi güç
kaynaklarının keyfini sürerlerdi. Bazıları ya evlilik yoluyla ya da
kan bağı nedeniyle şahın akrabasıydı. İkinci Kaçar hükümdan
Feth Ali Şah sistematik olarak bini aşkın kadınla evlenip geride
yüz kadar çocuk bırakmak suretiyle kendisiyle taşra aileleri arasın­
da ilişkiler kurmuştu.23 Nasreddin Şah daha alçakgönüllüydü; yet­
miş kez evlenmekte yetinmişti. Halk arasında şakayla karışık,
"Her tarafı dev eler, bitler ve şehzadeler istila etti" yollu iğneli söz­
ler edilirdi.24 Yerli ayan kendine unvan, makam ve tuyul da satın
alırdı. Mustavfi, piyasada iki yüz kadar uydurulmuş saygı lakabı
dolaştığından ve yüzyılın sonuna gelindiğinde, "kendini bir şey
sanan herkesin bir unvan istediğinden" şikayet etmişti.25
Bu ileri gelen kimseler toprak aristokrasisi diye tanımlanabilir.
Gelirlerinin çoğunu ziraattan elde ederlerdi. Konuşma dilinde er­
bab (toprak sahibi) ve umde-i malik (büyük toprak sahipleri) di­
ye adlandırılmışlardı. Mehdi Bambad'ın birçok ciltten oluşan, Ka­
çar dönemine ilişkin yaşamöyküleri eserinde 1.283 kişi tanıtılır.
Bunlardan 771'i (yüzde 60) devlet hizmetindedir -saray mensup­
ları, mustavfiler ve ka tipler (münşiler)-; 286'sı (yüzde 23) edebi­
yat ve akademi dünyasından -hemen hepsinin sarayla ilişkisi var­
dı-; 98'i (yüzde 8) bey; diğer 98'i ulema; ve 19'u (yüzde 1) tacir­
di. 26 Bambad bunların mali durumu hakkında pek bir fikir verme­
se de, ulema da dahil neredeyse tamamının ziraat alanında yatı­
rımları vardır, kimi büyük arazi sahibidir, kimi de köylerin hisse­
darlarındandır. 27
Toprak sahibi olmaktan başka, üst düzey ulema aynı zamanda
kapsamlı bir yetki sahibi olmanın da keyfini sürmekteydi. Merci-i
tak/id olarak hem ruhani hem hukuki açıdan saygı görürlerdi. So­
fular hukuki ve dini sorunlardan başka şahsi ve ahlaki konularda
da onlara danışırlardı. Naib-i imam (imam vekilleri) olarak iki tür
öşür toplarlardı, biri "İmam'ın payı" diye bilinen Şii hums, diğeri

Random documents with unrelated
content Scribd suggests to you:

1861
Soon after reaching Yásnaya he wrote (in the third week of May) to
congratulate Fet on having become a landed proprietor:
How long it is since we met, and how much has happened
to both of us meanwhile! I do not know how to rejoice
sufficiently when I hear or think of your activity as a farmer,
and I am rather proud to have had at least some hand in
the matter.... It is good to have a friend; but he may die or
go away, or one may not be able to keep pace with him;
but Nature, to which one is wedded by a Notarial Deed, or
to which one has been born by inheritance, is still better. It
is one's own bit of Nature. She is cold, obdurate, disdainful
and exacting, but then she is a friend one does not lose till
death, and even then one will be absorbed into her. I am
however at present less devoted to this friend: I have other
affairs that attract me; yet but for the consciousness that
she is there, and that if I stumble she is at hand to hold on
to—life would be but a sad business.
A few days later, having received an invitation from Tourgénef,
Tolstoy paid him a visit the first hours of which passed off to their
mutual satisfaction. Tourgénef had just finished his favourite novel,
Fathers and Sons, and it was arranged that after dinner Tolstoy was
to read it and give his opinion on it. To do this the more comfortably,
Tolstoy, left in the drawing-room by himself, lay down on a large
sofa. He began to read; but the story seemed to him so artificially
constructed and so unimportant in its subject-matter, that he fell fast
asleep.
'I awoke,' he narrates, 'with a strange sensation, and when I opened
my eyes I saw Tourgénef's back just disappearing.'
In spite of this occurrence and the unpleasant feeling it occasioned,
the two novelists set out next morning to visit Fet, who was not

expecting them that day.
While the visitors rested for a couple of hours, recovering from the
fatigue of their journey, Mrs. Fet saw to it that the dinner assumed 'a
more substantial and inviting appearance.' During the meal the
whole party began an animated conversation, and Tourgénef, always
fond of good eating, fully appreciated the efforts Fet's excellent
man-cook had made. Champagne flowed, as was usual at such
reunions. After dinner the three friends strolled to a wood a couple
of hundred yards from the house, and lying down in the high grass
at its outskirts, continued their talk with yet more freedom and
animation.
Next morning at the usual breakfast time, about eight o'clock, the
visitors entered the room where Mrs. Fet presided at the samovár.
Fet sat at the opposite end of the table, Tourgénef at the hostess's
right hand, and Tolstoy at her left. Knowing the importance
Tourgénef attached to the education of his natural daughter, who
was being brought up in France, Mrs. Fet inquired whether he was
satisfied with her English governess. Tourgénef praised the latter
highly, and mentioned that, with English exactitude, she had
requested him to fix the sum his daughter might give away in
charity. 'And now,' added Tourgénef, 'she requires my daughter to
take in hand and mend the tattered clothes of the poor.'
To Tolstoy, the foreign education Tourgénef was giving his daughter,
who was quite forgetting her own language, was very distasteful;
and his feeling no doubt showed itself in his question:
'And you consider that good?'
'Certainly: it places the doer of charity in touch with everyday
needs.'
'And I consider that a well-dressed girl with dirty, ill-smelling rags on
her lap, is acting an insincere, theatrical farce.'

'I beg you not to say that!' exclaimed Tourgénef, with dilated
nostrils.
'Why should I not say what I am convinced is true?' replied Tolstoy.
'Then you consider that I educate my daughter badly?'
Tolstoy replied that his thought corresponded to his speech.
Before Fet could interpose, Tourgénef, white with rage, exclaimed: 'If
you speak in that way I will punch your head!' and, jumping up from
the table and seizing his head in his hands, he rushed into the next
room. A second later he returned and, addressing Mrs. Fet, said: 'For
heaven's sake excuse my improper conduct, which I deeply regret!'
and again left the room.
Fet, realising the impossibility of keeping his visitors together after
what had happened, was perplexed what to do, for they had both
arrived in Tourgénef's vehicle, and, newly established in the country,
Fet, though he had horses, had none accustomed to be driven in the
only conveyance he possessed. To get Tourgénef off was easy; but it
was not without some difficulty and even danger from the restive
horses, that Tolstoy was conveyed to the nearest post-station at
which a hired conveyance could be procured.
From Novosélok, the first country house Tolstoy reached, he wrote
Tourgénef a letter demanding an apology; and asked for an answer
to be sent to the next post-house at Bogousláf. Tourgénef, not
noticing this request, sent his reply to Fet's house, in consequence of
which it was several hours late in reaching Tolstoy—who was so
enraged at this (as it seemed to him) fresh act of discourtesy, that
from Bogousláf he sent a messenger to procure pistols, and wrote a
second letter containing a challenge to Tourgénef, and stating that
he did not wish to fight in a merely formal manner, like literary men
who finish up with champagne, but that he was in earnest, and
hoped Tourgénef would meet him with pistols at the outskirt of the
Bogousláf woods.

That night was a sleepless one for Tolstoy. The morning brought
Tourgénef's reply to his first letter. It commenced in the usual formal
manner of polite communications:
Gêacáous Sáê, LÉo NáâoäáóÉváích!—In reply to your letter, I can
only repeat, what I myself considered it my duty to
announce to you at Fet's: namely, that carried away by a
feeling of involuntary enmity, the causes of which need not
here be considered, I insulted you without any definite
provocation; and I asked your pardon. What happened this
morning proved clearly that attempts at intimacy between
such opposite natures as yours and mine can lead to no
good result; and I the more readily fulfil my duty to you,
because the present letter probably terminates our relations
with one another. I heartily hope it may satisfy you, and I
consent in advance to your making what use you please of
it.
With perfect respect, I have the honour to remain, Gracious
Sir, your most humble servant,
Iv. TouêgénÉf .
Séássâó, 27 May 1861.
P.S. 10.30 P.M.:
Iván Petróvitch has just brought back my letter, which my
servant stupidly sent to Novosélok instead of to Bogousláf. I
humbly beg you to excuse this accidental and regrettable
mistake, and I hope my messenger will still find you at
Bogousláf.
Tolstoy thereupon wrote to Fet:
I could not resist opening another letter from Mr. Tourgénef
in reply to mine. I wish you well of your relations with that
man, but I despise him. I have written to him, and
therewith have terminated all relations, except that I hold

myself ready to give him any satisfaction he may desire.
Notwithstanding all my apparent tranquillity, I was
disturbed in spirit and felt I must demand a more explicit
apology from Mr. Tourgénef; I did this in my letter from
Novosélok. Here is his answer, which I accept as
satisfactory, merely informing him that my reason for
excusing him is not our opposite natures, but one he may
himself surmise.
In consequence of the delay which occurred, I sent besides
this, another letter, harsh enough and containing a
challenge, to which I have not received any reply; but
should I receive one I shall return it unopened. So there is
an end of that sad story, which, if it goes beyond your
house, should do so with this addendum.
Tourgénef's reply to the challenge came to hand later, and ran as
follows:
Your servant says you desire a reply to your letter; but I do
not see what I can add to what I have already written;
unless it be that I admit your right to demand satisfaction,
weapons in hand. You have preferred to accept my spoken
and repeated apology. That was as you pleased. I will say
without phrases, that I would willingly stand your fire in
order to efface my truly insane words. That I should have
uttered them is so unlike the habits of my whole life, that I
can only attribute my action to irritability evoked by the
extreme and constant antagonism of our views. This is not
an apology—I mean to say, not a justification—but an
explanation. And therefore, at parting from you for ever—
for such occurrences are indelible and irrevocable—I
consider it my duty to repeat once again that in this affair
you were in the right and I in the wrong. I add that what is
here in question is not the courage I wish, or do not wish,
to show, but an acknowledgment of your right to call me
out to fight, in the accepted manner of course (with

seconds), as well as your right to pardon me. You have
chosen as you pleased, and I have only to submit to your
decision. I renew my assurance of my entire respect,
Iv. TouêgénÉf .
The quarrel was not, however, destined to die out so quickly. Even
good-natured Fet got into trouble by trying to reconcile the irascible
novelists. Here is one of the notes he received from Tolstoy:
I request you not to write to me again, as I shall return
your letters, as well as Tourgénef's, unopened.
Fet remarks: 'So all my attempts to put the matter right ended in a
formal rupture of my relations with Tolstoy, and I cannot now even
remember how friendly intercourse between us was renewed.'
Before four months had passed, Tolstoy repented him of his quarrel.
Like Prince Nehlúdof in Resurrection, he used from time to time to
repent of all his sins and all his quarrels, and undertook a sort of
spring- or autumn-cleaning of his soul. It was at such a moment
that, on 25th September, he wrote to Tourgénef expressing regret
that their relations to one another were hostile, and he added: 'If I
have insulted you, forgive me; I find it unendurably hard to think I
have an enemy.' Not knowing Tourgénef's address in France, he sent
this letter to a bookseller in Petersburg (with whom he knew
Tourgénef corresponded) to be forwarded. The letter took more than
three months to reach its destination, nor was this the only thing
that went wrong, as is shown by the following portion of a letter,
dated 8th November, from Tourgénef to Fet:
Apropos, 'one more last remark' about the unfortunate
affair with Tolstoy. Passing through Petersburg I learned
from certain 'reliable people' (Oh, those reliable people!)
that copies of Tolstoy's last letter to me (the letter in which
he 'despises' me) are circulating in Moscow, and are said to
have been distributed by Tolstoy himself. That enraged me,

and I sent him a challenge to fight when I return to Russia.
Tolstoy has answered that the circulation of the copies is
pure invention, and he encloses another letter in which,
recapitulating that, and how, I insulted him, he asks my
forgiveness and declines my challenge. Of course the
matter must end there, and I will only ask you to tell him
(for he writes that he will consider any fresh communication
from me to him as an insult) that I myself repudiate any
duel, etc., and hope the whole matter is buried for ever. His
letter (apologising) I have destroyed. Another letter, which
he says he sent me through the bookseller Davídof, I never
received. And now as to the whole matter—de profundis.
Tolstoy noted in his Diary one day in October:
Yesterday I received a letter from Tourgénef in which he
accuses me of saying he is a coward and of circulating
copies of my letter. I have written him that it is nonsense,
and I have also sent him a letter: 'You call my action
dishonourable and you formerly wished to punch my head;
but I consider myself guilty, ask pardon, and refuse the
challenge.'
1862
Even then the matter was not at an end, for on 7th January [new
style?] Tourgénef writes to Fet:
And now a plain question: Have you seen Tolstoy? I have
only to-day received the letter he sent me in September
through Davídof's bookshop (how accurate are our Russian
merchants!). In this letter he speaks of his intention to
insult me, and apologises, etc. And almost at that very
time, in consequence of some gossip about which I think I
wrote you, I sent him a challenge. From all this one must

conclude that our constellations move through space in
definitely hostile conjunction, and that therefore we had
better, as he himself says, avoid meeting. But you may
write or tell him (if you see him) that I (without phrase or
joke) from afar love him very much, respect him and watch
his fate with sympathetic interest; but that in proximity all
takes a different turn. What's to be done? We must live as
though we inhabited different planets or different centuries.
Tolstoy evidently took umbrage at Tourgénef's message, and visited
his wrath on Fet's innocent head. To be profoundly humble and
forgiving at his own command, was always, it seems, easier for
Tolstoy than to let his opponent have an opinion of his own. Tolstoy
likes things to be quite clear-cut and definite, and it complicates
matters to have to reckon with any one else's views. At any rate
Tourgénef writes:
Paêás, 14 Jan. [o.s.?] 1862.
DÉaêÉsí Afanásó AfanásóÉváích! [Fet's Christian name and
patronymic].—First of all I must ask your pardon for the
quite unexpected tile (tuile, as the French say) that
tumbled on your head as a result of my letter. The one
thing which somewhat consoles me is that I could not
possibly have expected such a freak on Tolstoy's part, and
thought I was arranging all for the best. It seems it is a
wound of a kind better not touched at all.
To judge the relations between these two great writers fairly, one
must remember that Tourgénef was ten years the elder and, until
War and Peace appeared, ranked higher in popular esteem; yet
Tolstoy showed him no deference, but on the contrary often
attacked him and his views with mordant irony. Tourgénef was
neither ill-natured nor quarrelsome. If Tolstoy had treated him with
consideration or had been willing to let him alone, there would have
been no question either of insult or of challenge. But the younger

man sought the elder's company, and then made himself
disagreeable; and this, not of malice prepense, but because it is his
nature to demand perfection from great men, and vehemently to
attack those who fail to reach the standard he sets up. This conduct
was no doubt all the more trying for Tourgénef, because Tolstoy
neither co-operated with the Liberal movement then current, nor
lived more abstemiously with regard to food, wine, women, and
cards than others of his set whom he scolded; or if he did so, he did
it so spasmodically and with such serious lapses, as to be little
entitled to condemn others with the fervour he frequently displayed.
On the occasion of the great quarrel Tourgénef was certainly the
aggressor, and his prompt apology was not addressed to Tolstoy,
whom he had chiefly offended, but to Mrs. Fet. It is, however, plain
that he acted, as he said, on the irritable impulse of the moment.
Tolstoy aggravated matters by sending a challenge before receiving
a reply to his first letter, and also by suggesting that he despised
Tourgénef and pardoned him for reasons 'he may himself surmise.'
Again, in relation to Fet, who merely wished to pour oil on the
troubled waters, Tolstoy showed a strange irritability. No one
however can read the Recollections Fet wrote thirty years later,
without seeing that that poet—who not only witnessed this affair, but
had been the confidant of both writers for years—respected Tolstoy
far more than he respected Tourgénef.
In this whole story, one may detect traces of the qualities which
have made Tolstoy so interesting and so perplexing a personality. He
cares intensely about everything with which he is occupied.
Tourgénef, and Tourgénef's opinions and conduct, were of
tremendous importance to him. So were his own views of how
young ladies should be brought up. So was the question whether he
ought to challenge his enemy; and, later on, the question whether
he ought to forgive him, and whether Fet should be allowed to act
as mediator. It is this fact—that he cares about things a hundred
times more than other people care about them—that makes Tolstoy
a genius and a great writer. What was admirable in his conduct was

not that he acted well (as a matter of fact he acted very badly) but
that he wished to act well.
The same spirit which made him so intolerant with Tourgénef: his
strong feeling that 'To whom much is given, of him much shall be
required'—had something to do, later in life, with his fierce attacks
on Governments, on Shakespear, on Wagner, and on other great
institutions and men. At the same time, the incident throws light on
that side of Tolstoy's character which has brought it about that,
despite the very real charm he possesses, and despite the fact that
many men and women have been immensely attracted by his
writings, he has had very few intimate friends, and has constantly
been misunderstood.
V. P. Bótkin, who was in touch both with Tolstoy and Tourgénef,
wrote to Fet after hearing of the quarrel:
The scene between him [Tourgénef] and Tolstoy at your
house, produced on me a sad impression. But do you know,
I believe that in reality Tolstoy has a passionately loving
soul; only he wants to love Tourgénef ardently, and
unfortunately his impulsive feeling encounters merely mild,
good-natured indifference. That is what he cannot reconcile
himself to. And then (again unfortunately) his mind is in a
chaos, i.e. I wish to say it has not yet reached any definite
outlook on life and the world's affairs. That is why his
conviction changes so often, and why he is so apt to run to
extremes. His soul burns with unquenchable thirst; I say
'unquenchable,' because what satisfied it yesterday, is to-
day broken up by his analysis. But that analysis has no
durable and firm reagents, and consequently its results
evaporate ins blaue hinein. Without some firm ground
under one's feet it is impossible to write. And that is why at
present he cannot write, and this will continue to be the
case till his soul finds something on which it can rest.

To any one acquainted with the history of Russia at that period, but
not acquainted with Tolstoy's idiosyncrasies, it must indeed seem
strange that the story of his life can be told with so little reference to
the Emancipation or the Reform movements of the years 1860-1864,
to which allusion has already been made. Two passages written by
him in 1904 state his relation to those movements with the sincerity
which is so prominent and valuable a feature of his character:
As to my attitude at that time to the excited condition of
our whole society, I must say (and this is a good and bad
trait always characteristic of me) that I always involuntarily
opposed any external, epidemic pressure; and that if I was
excited and happy at that time, this proceeded from my
own personal, inner motives: those which drew me to my
school work and into touch with the peasants.
I recognise in myself now the same feeling of resistance to
the excitement at present prevailing; which resembles that
which, in a more timid form, was then current.
When the Emancipation came, the peasants received freedom, and
an allotment of land, subject to a special land-tax for sixty years;
while their masters retained the rest of the land and received State
Bonds for the capitalised value of the peasants' land-tax. An
expedient resorted to by many a proprietor was, to allot land to the
peasants in such a way that the latter were left without any pasture,
and (being surrounded by the owner's estate) found themselves
obliged to hire pasture land of him on his own terms. There were, till
the Emancipation, two ways of holding serfs: (1) the primitive way
of obliging them to work so many days a week for their master,
before they could, on the other days, provide for their own wants;
and (2) another way, which left the serf free to work for himself,
provided that he paid obrók, i.e. a certain yearly tribute to his owner.
These explanations will render intelligible the second passage
referred to above and quoted below:

Some three or four years before the Emancipation, I let my
serfs go on obrók. When complying with the Emancipation
Decree I arranged, as the law required, to leave the
peasants in possession of the land they were cultivating on
their own behalf, which amounted to rather less than eight
acres per head, and (to my shame be it said) I added
nothing thereto. The only thing I did—or the one evil I
refrained from doing—was that I abstained from obliging
the peasants to exchange land (as I was advised to do) and
left them in possession of the pasture they needed. In
general, however, I did not show any disinterested feeling
in the affair.
In the first edition of Tolstoy and his Problems I erroneously stated
that Tolstoy, before the Decree of Emancipation, voluntarily freed his
serfs; and though this was corrected in the second edition, it is
necessary to repeat the correction here, as the same mistake occurs
in the article on Tolstoy in the Encyclopædia Britannica. I therefore
quote the following passage from a letter he wrote me on the
subject:
I have received your book and read it with pleasure. The
short biography is excellent, except the place where you,
quoting the words of Sophia Andréyevna, say that 'he
liberated his peasants before the Emancipation.' That is
wrong: I placed them on obrók instead of keeping them on
bárstchina [i.e. the state in which the peasants rendered
labour dues]. It would not have been possible to
emancipate them....
1861
Tolstoy's curious tendency to underrate the influence of the Liberal
reformers of that time, may be illustrated by an incident that

occurred at a dinner in Toúla. The local elections had taken place,
and a public banquet was given in honour of those Arbiters of the
Peace who were visiting the town. Tolstoy was at this dinner, and
when the toast to the health of Alexander II, the 'Tsar-Liberator,'
was proposed, Tolstoy remarked to his neighbour: 'I drink this toast
with particular pleasure. No others are needed, for in reality we owe
the Emancipation to the Emperor alone.'
A yet more curious instance of the same tendency occurs in an
article on Progress, and the Definition of Education, which he
published a year later, and in which, arguing that printing has been
of little use to the people, he says that:
Even taking as an example the abolition of serfdom, I do
not see that printing helped the solution of the problem in a
progressive sense. Had the Government not said its
decisive word in that affair, the press would, beyond a
doubt, have explained matters in quite a different way to
what it did. We saw that most of the periodicals would have
demanded the emancipation of the peasants without any
land, and would have produced arguments apparently just
as reasonable, witty and sarcastic [as they actually
produced in favour of the more Liberal solution ultimately
adopted]....
If, however, Tolstoy did not stand in the ranks of the Reformers, he
was much less of a partisan of his own class than many of his fellow-
nobles desired; and we find the Marshal of the Nobility of Toúla
writing to Valoúef, Minister of Home Affairs, complaining of Tolstoy's
appointment as Arbiter of the Peace on the ground that he was
disliked by the neighbouring landowners. In consequence of this
complaint Valoúef made inquiries, and received a 'confidential' reply
from the Governor of the Province, stating that:
Knowing Count Tolstoy personally, as an educated man
warmly sympathising with the matter in hand, and in view
of a wish expressed to me by some of the proprietors of

the district that he should be appointed Arbiter, I cannot
replace him by some one I do not know.
Tolstoy tried his best to act fairly between peasants and landowners;
but from the start his unsuitability for duties involving methodical
care was obvious.
The very first 'charter,' regulating the relations between a landlord
and his newly-liberated peasants, that he sent up to the Government
Board for Peasant Affairs, was signed as follows: 'At the request of
such-and-such peasants, because of their illiteracy, the house-serf
so-and-so has signed this charter for them.' Not a single name did
the charter contain! As Tolstoy had dictated the words, so his
servant had written them down, and the charter had been sealed
and sent off without being read over.
He could at times be wonderfully patient in dealing with the
peasants, though they were exasperatingly pertinacious in
demanding more than it was possible to grant. An eye-witness tells
how Tolstoy visited a neighbouring estate on which differences had
arisen between the peasants and their former master, as to the land
which should be allotted to them. Tolstoy received a deputation,
consisting of three of the leading peasants of the village, and asked
them:
'Well, lads, what do you want?'
They explained what land they wished to have, and Tolstoy replied,
'I am very sorry I can't do what you wish. Were I to do so I should
cause your landlord a great loss'; and he proceeded to explain to
them how the matter stood.
'But you'll manage it for us somehow, bátushka' [literally, 'little-
father'], said the peasants.
'No, I can't do anything of the kind,' repeated Tolstoy.
The peasants glanced at one another, scratched their heads, and
reiterated their 'But somehow, bátushka!' and one of them added, 'If

only you want to, bátushka, you'll know how to find a way to do it!'
at which the other peasants nodded their heads approvingly.
Tolstoy crossed himself, as orthodox Russians are wont to do, and
said: 'As God is holy, I swear that I can be of no use at all to you.'
But still the peasants repeated: 'You'll take pity on us, and do it
somehow, bátushka!' Tolstoy at last turned vehemently to the
steward, who was present, and said: 'One can sooner, like Amphion,
move the hills and woods, than convince peasants of anything!'
The whole conversation, says the steward, lasted more than an hour,
and up to the last minute the Count retained his patient and friendly
manner towards the peasants. Their obstinacy did not provoke him
to utter a single harsh word.
With the landowners Tolstoy had even more trouble than with the
peasants. He received many threatening letters, plans were formed
to have him beaten, he was to have been challenged to a duel; and
denunciations against him were sent to those in authority.
After some three months of the work, in July 1861, he jotted down
in his Diary: 'Arbitration has given me but little material [for literary
work], has brought me into conflict with all the landed-proprietors,
and has upset my health.'
Here is a sample of the cases he had to deal with. A Mrs. Artukóf
complained that a certain Mark Grigóref (who had been a house-
serf, and was therefore not entitled to land) had left her, considering
himself to be 'perfectly free.'
Tolstoy, in his reply to the lady, said:
Mark, by my order, is at liberty to go immediately, with his
wife, where he likes; and I beg you (1) to compensate him
for the three-and-a-half months he has been illegally kept
at work by you since the Decree was published, and (2) for
the blows still more illegally inflicted on his wife. If my
decision displeases you, you have a right of appeal to the

Magistrates' Sessions and to the Government Sessions. I
shall not enter into further explanations on this subject.—
With entire respect I have the honour to remain, your
humble servant,
C
t.
L. Toäsíoó.
The lady appealed to the Magistrates' Sessions, and Tolstoy's
decision was annulled; but on the case being carried to the
Government Sessions, his view of the case prevailed.
Before he had been a year in office we find him writing to the
Government of the Toúla Board of Peasant Affairs as follows:
As the complaints [here follows a list of several cases]
lodged against my decisions have no legal justification, but
yet in these and many other cases my decisions have been
and are being repealed, so that almost every decision I give
is subsequently reversed; and as under such conditions—
destructive both of the peasants' and the landowners'
confidence in the Arbiter—the latter's activity becomes not
merely useless but impossible, I humbly request the
Government Board to authorise one of its members to
hasten the examination of the above-mentioned appeals,
and I have to inform the Government Board that until such
investigations are completed I do not consider it proper
that I should exercise the duties of my office, which I have,
therefore, handed over to the senior Candidate.
The following month he resumed official work, but six weeks later,
on 30th April 1862, on the score of ill-health, he handed the duties
over to a substitute; and on 26th May—about a year after he had
first assumed the office—the Senate informed the Governor of Toúla
that it 'had decided to discharge the Lieutenant of Artillery, Count
Leo Tolstoy, on the ground of ill-health' from the post of Arbiter of
the Peace.

His unsatisfactory experience of administrative work no doubt helps
to account for the anti-Governmental bias shown in his later works.
Even at this time, he quite shared the dislike of civil and criminal law
expressed by Rousseau when he wrote in his Confession:
The justice and the inutility of my appeals left in my mind a
germ of indignation against our stupid civil institutions, in
which the true welfare of the public, and veritable justice,
are always sacrificed to I know not what apparent order,
really destructive of all order, and which merely adds the
sanction of public authority to the oppression of the weak
and the iniquity of the strong.
We may at any rate be sure that tiresome, petty administrative work,
never quite satisfactory, but at best consisting of compromises and
of decisions based on necessity rather than on such principles of
abstract justice as are dear to Tolstoy's soul, could never be an
occupation satisfactory to him. He has not the plodding patience and
studious moderation that such work demands; nor could his
impulsive genius find scope in it. It has never been easy for him to
be checked by others, or to have to reckon with their opinions and
wishes. Like Rousseau, it suits him better to reform the world on
paper, or even to alter his own personal habits of life, than to
concern himself with the slow social progress, the bit-by-bit
amelioration, which alone is possible to those harnessed to the car
that carries a whole society of men.
Tolstoy used at this time to find recreation in hunting, and often
went out for days together with his friend and relation Prince D. D.
Obolénsky, who describes him as having been a bold and active
hunter, leaping all sorts of obstacles, and a wonderful man to talk to.
Concurrently with his duties as Arbiter, Tolstoy had been carrying on
an enterprise in which he had to deal with people younger and more
easy to mould than the peasants and proprietors whose quarrels he
found it so hard to adjust; and during the winter of 1861-1862 he

devoted himself with especial fervour to the task of educating the
peasant children of Yásnaya and the surrounding district.
As we have already seen, a chief aim of his travels abroad had been
to study the theory and practice of education; and not only did he
now personally devote himself to the school at Yásnaya, but in the
surrounding neighbourhood eleven similar schools were soon
started, all more or less inspired by his ideals and encouraged by his
co-operation. The monthly magazine, Yásnaya Polyána (now a
bibliographical rarity) which he produced and edited during 1862,
aimed at propagating his theories of education and making known
the results attained in his school, and it also contained an account of
sums voluntarily contributed for its support. From articles published
in it (and republished in his collected writings) we get a vivid
description of the work carried on in November and December 1861.
[45]
Like many Russian magazines, Yásnaya Polyána always
appeared late, and, to begin with, the January number was several
weeks behind time.
In this educational work, Tolstoy showed the qualities and limitations
which in later years marked all his propagandist activity. There was
the same characteristic selection of a task of great importance; the
same readiness to sweep aside and condemn nearly all that civilised
humanity had accomplished up to then; the same assurance that he
could untie the Gordian knot; and the same power of devoted genius
enabling him really to achieve much more than one would have
supposed possible, though not a tithe of what he set himself to do.
In later life Tolstoy laid no particular emphasis on what he wrote in
these educational articles: in fact, we shall find him sometimes
speaking very scornfully of them; but they throw so much light on
his then state of mind, and often come so near to the views he
strongly advocated twenty or thirty years later, that it will be worth
devoting a good deal of attention to them.
Tolstoy, then, defines Education as: a human activity, aving for its
basis a desire for equality, and the constant tendency to advance in

knowledge. This he illustrates by saying that the aim of a teacher of
arithmetic should be to enable his pupil to grasp all the laws of
mathematical reasoning he himself is master of; the aim of a teacher
of French, or chemistry, or philosophy, should be similar; and as
soon as that aim is attained, the activity will naturally cease.
Everywhere and always, teaching which makes the pupil the
master's equal, has been considered good. The more nearly and
rapidly this is accomplished, the better; the less nearly and more
slowly it is accomplished, the worse. Similarly in literature (an
indirect method of teaching) those books are written best, in which
the author succeeds in transmitting his whole message most easily
to the reader.
By 'the constant tendency to advance in knowledge,' Tolstoy meant
that the equality aimed at in education can only be obtained on the
higher, and not on the lower, level: that is to say, not by the teacher
forgetting what he knows, but by the pupil acquiring the teacher's
knowledge. Much tuition however is based not on the desire to
equalise knowledge, but on quite false foundations.
These are: (1) First and commonest, the child learns in order not to
be punished; (2) the child learns in order to earn a reward; (3) the
child learns in order to be better than others; (4) the child, or young
man, learns in order to obtain an advantageous position in the
world....
With reference to the practice of sending boys to school, not for
their natural development, but that they may be moulded into a set
form, Tolstoy declares that 'Education, as a deliberate moulding of
people into certain forms, is sterile, illegitimate, and impossible.'
Of examinations he strongly disapproves, as tending to arbitrariness
on the side of the examiners, and deception on the side of the
pupils.
Under what circumstances, asks Tolstoy, can a pupil acquire
knowledge most rapidly? 'A child or a man is receptive only when he

is aroused; and therefore to regard a merry spirit in school as an
enemy or a hindrance, is the crudest of blunders.
The pupil's state of mind is the most important condition of
successful education; and to secure good results, freedom is
indispensable. No child should be forced to learn what it does not
want to, or when it does not wish to.
One need only glance at one and the same child at home or
in the street, and at school. Here you see a vivacious,
inquisitive being, with a smile in his eye and on his mouth,
seeking information everywhere as a pleasure, and clearly,
and often forcibly, expressing his thoughts in his own way;
while there you see a weary, shrinking creature repeating,
merely with his lips, some one else's thoughts in some one
else's words, with an air of fatigue, fear and listlessness: a
creature whose soul has retreated like a snail into its shell.
One need but glance at these two conditions to see which
of them is the more conducive to the child's development.
That strange physiological condition which I call the 'School
state of mind,' and which unfortunately we all know so well,
consists in all the higher capacities: imagination, creative
power and reflection, yielding place to a semi-animal
capacity to pronounce words without imagination or
reflection.
When the pupils have been reduced to this 'School state of mind' we
encounter those 'not accidental, but often-repeated cases,' of the
stupidest boy being at the top of the class, and the cleverest boy at
the bottom.
In short, a child's mental capacities are really active only when that
child is free; and the teacher's chief task lies 'in studying the free
child' and discovering how to supply him with knowledge. Therefore
'the only method of education is experiment, and its only criterion is
freedom.'

The attempts to enforce obedience and quiet in school-rooms,
converts schools into places of torture which have a stupefying
effect, well called by the Germans Verdummen.
In Germany nine-tenths of those who pass through the
primary schools leave them possessed of an ability to read
and write mechanically, but imbued with so strong a
loathing for the experience they have had of the paths of
knowledge, that they subsequently never take a book in
their hands. Let those who doubt what I say, point out to
me what books are read by the labourers.... No one who
will seriously consider the education of the people, not only
in Russia but also in the rest of Europe, can help coming to
the conclusion that the people get their mental
development quite independently of a knowledge of
reading and writing, and that usually, except in a few cases
of exceptional ability, these rudiments remain a quite
unapplied art—which is even harmful, since nothing in life
can remain indifferent....
Schools are not so arranged as to make it convenient for
children to learn, but so as to make it convenient for
teachers to teach. The voices, movements and mirth of the
children, which form a necessary condition of their studying
successfully, incommode the teachers, and therefore in the
prison-like schools of to-day, questions, conversation, and
movement are forbidden.
Schools based on compulsion, supply 'not a shepherd for the flock,
but a flock for the shepherd.'

To deal successfully with any object, it is necessary to study
it, and in education the object is a free child; yet the
pedagogues wish to teach in their own way—the way that
seems good in their own eyes; and when this does not act,
they want not to alter their way of teaching but the nature
of the child. ...Not till experiment becomes the basis of the
School, and every school is, so to say, a pedagogic
laboratory, will schools cease to lag behind the general level
of the world's progress.
For boarding-schools Tolstoy had scant respect:
At home all the comforts of life—water, fires, good food, a
well-cooked dinner, the cleanliness and comfort of the
rooms—all depended on the work and care of the mother
and of the whole family. The more work and care, the
greater the comfort; the less work and care, the less
comfort. A simple matter this no doubt, but more
educational I think, than the French language or a
knowledge of Alexander the Great. In a boarding-school,
this constant vital reward for labour is so put out of sight,
that not only is the dinner no better or worse, the napkins
no cleaner or dirtier, and the floors no brighter or duller,
because of the girl's exertion or non-exertion, but she has
not even a cell or corner of her own to keep straight or
leave untidy at her pleasure, and she has no chance of
making a costume for herself out of scraps and ribbons.
His general charge against day-schools, boarding-schools and
universities alike is that:
At the base of them all lies one and the same principle: the
right of one man, or of a small group of men, to shape
other people as they like.
He adds that:

It is not enough for School to tear children away from real
life for six hours a day during the best years of their life: it
wishes to tear three-year-old children from their mother's
influence. Institutions have been contrived
(Kleinkinderbervahranstalten, infant schools, salles d'asile)
about which we shall have to speak more in detail later on.
It only remains to invent a steam-engine which will replace
the nursing mother! All agree that schools are imperfect; I,
personally, am convinced that they are noxious.
He argues that no man or set of men has any right to force any
particular kind of education on any one else. The teacher has no
right to do more than offer such knowledge as he possesses, and he
should respect the child's right to reject it as indigestible, or as badly
served up:
On what grounds does the School of to-day teach this and
not that, and in this and not that way?
Where, in our day, can we get such faith in the
indubitability of our knowledge as would give us a right to
educate people compulsorily? Take any medieval school,
before or after Luther, take the whole scholastic literature
of the Middle Ages, what a strength of belief and what a
firm, indubitable knowledge of what was true and what was
false, we see in them! It was easy for them to know that a
knowledge of Greek was the one essential condition of
education; for Aristotle's works were in Greek, and no one
doubted the truth of his propositions till centuries later.
How could the monks help demanding the study of the Holy
Scriptures, which stood on an immovable foundation? It
was well for Luther to demand the compulsory study of
Hebrew, being sure, as he was, that in that language God
himself has revealed the truth to man. Evidently, as long as
man's critical sense was not aroused, the school had to be
dogmatic; and it was natural for pupils to learn by heart the
truths revealed by God, as well as Aristotle's science and

the poetic beauties of Virgil and Cicero. For centuries after,
no one could imagine any truer truth, or more beautiful
beauty. But what is the position of the schools of our time,
which retain these same dogmatic principles, while in the
room next the class where the immortality of the soul is
taught, it is suggested to the pupils that the nerves
common to man and to the frog are what was formerly
called 'the soul'; and where after hearing the story of
Joshua the son of Nun read to him without explanations,
the pupil learns that the sun never did go round the earth;
and when after the beauties of Virgil have been explained
to him, he finds the beauties of Alexandre Dumas (whose
novels he can buy for sixpence) much greater; when the
only belief held by the teacher is that nothing is true, but
that whatever exists is reasonable; and that progress is
good and backwardness bad, though nobody knows in what
this progress, that is so generally believed in, consists?
In another article he says:
Luther insists on teaching the Holy Scriptures from the
originals, and not from the commentaries of the Fathers of
the Church. Bacon enjoins the study of Nature from Nature,
and not from the books of Aristotle. Rousseau wants to
teach life from life itself as he understands it, and not from
previous experiments. Each step forward in the philosophy
of pedagogics merely consists in freeing the schools from
the idea of teaching the younger generations what the
elder generations believed to be science, and in substituting
studies that accord with the needs of the younger
generations.
Again, he says
It is very usual to read and hear it said that the home
conditions, the coarseness of parents, field labour, village
games and so forth, are the chief hindrances to school-

work. Possibly they really interfere with the kind of school-
work aimed at by the pedagogues; but it is time we
understood that those conditions are the chief bases of all
education, and far from being inimical to, or hindrances of
the School, are its first and chief motive power.... The wish
to know anything whatever, and the very questions to
which it is the School's business to reply, arise entirely from
these home conditions. All instruction should be simply a
reply to questions put by life. But School, far from evoking
questions, fails even to answer those which life suggests....
To such questions the child receives no reply; more
especially as the police regulations of the School do not
allow him to open his mouth, even when he wants to be let
out for a minute, but obliges him to make signs in order not
to break the silence or disturb the teacher.
The great questions, Tolstoy says, are: (1) What must I teach? and
(2) How must I teach it? He remarks that a couple of centuries ago,
neither in Russia nor in Western Europe could these questions have
arisen. Education was then bound up with religion, and to become a
scholar meant to learn the Scriptures. In Mohammedan countries
this union of religion with education still exists in full force. To learn,
means to learn the Koran, and therefore to learn Arabic. But as soon
as the criterion of what to learn ceased to be religion, and the
School became independent of the Church, the question of what to
teach was bound to arise. That it did not arise suddenly, was due to
the fact that the emancipation of the School from the Church took
place gradually. But the day has at last come when the question
must be faced; and no clear guidance is given us either by
philosophy or by any definite consensus of opinion among those
concerned with education. In the higher schools some advocate a
classical, others a scientific, education; while in the primary schools,
if the education is controlled by the priests it is carried on in one
way, and if it is controlled by the anti-clericals it is carried on in
another. Under these circumstances the only possible criterion must
be the wish of the pupils or of their parents. Tolstoy then goes on to

Welcome to our website – the perfect destination for book lovers and
knowledge seekers. We believe that every book holds a new world,
offering opportunities for learning, discovery, and personal growth.
That’s why we are dedicated to bringing you a diverse collection of
books, ranging from classic literature and specialized publications to
self-development guides and children's books.
More than just a book-buying platform, we strive to be a bridge
connecting you with timeless cultural and intellectual values. With an
elegant, user-friendly interface and a smart search system, you can
quickly find the books that best suit your interests. Additionally,
our special promotions and home delivery services help you save time
and fully enjoy the joy of reading.
Join us on a journey of knowledge exploration, passion nurturing, and
personal growth every day!
ebookbell.com